13 Ocak 2016 Çarşamba

Ya Biraz Yavaş Ya

Trenin yaklaşmasıyla heyecan doruktaydı. Tren durdu, kapılar açıldı, ilk durakta trene binen her insan gibi o da hemen boş bir yer kapıp oturma gayesindeydi. Önündeki biraz ağır hareket eden emmiyi, Kevin Garnett'in perdelemesinden sıyrılan Kobe Bryant edasıyla şık bir vücut çalımı atarak geçti. Arkasındaki insanların kendisini sollamasına izin vermemek için dar koridorun tam ortasından yürümeye özen gösteriyordu. Ya ne yürümesi, bildiğin it gibi koşturuyordu ama bu esnada en çok "Ya biraz yavaş yaa" diye söylenen de o oluyordu. Sonunda boş bir koltuk kestirdi gözüne, oturdu. Devasa boyutlardaki laptop çantasını dizinin üstüne koydu, cebinden kulaklığını çıkarıp kulağına taktı, hoş bir müzik eşliğinde pencereden uzakları seyretti. Az önce ortalığın amına koyan El Kaide militanı kendisi değildi, o şu an dünyanın en asil insanlarından biriydi. Yayıldıkça yayıldı, bir gün hiç kalkmayacakmış gibi oturdu.
                       

19 Kasım 2015 Perşembe

3 Korner 1 Penaltı

Şimdiki nesil bilmez ama bizim kan ter içinde top peşinde koştururken oynadığımız mahalle maçlarının akılda kalan nostaljik yanı, itiraz etmeden uygulanan kurallardı. Kafa vurduğumuzda 3 gün yoğun bakımda yattığımız Mikasa toplar sponsorluğunda yapılan zorlu karşılaşmalar çoğu insana çocukluğunu hatırlatıyor.
1-Penaltı atışında kaleci değişirse 2 penaltı atılırdı.
2-Pozisyonda foul yada penaltı olup olmadığına kenardaki büyükler karar verirdi.
3-Kaleci topu 3 kez sektirirse rakip takım oyuncusu ceza sahasından çıkardı.
4-Top 3 kez kornere çıkarsa 1 defa penaltı atışı yapılırdı.
5-İyi oynayan 2 arkadaş asla aynı takımda olamazlardı.
6-Pas vermeden gol atılırsa sayılmazdı.
7-Top ele çarparsa oyun durmak zorundaydı, avantaj uygulanmazdı.
8-Maçlar süreyle değil, 5 de devre, 10 da biter kuralına göre oynanırdı.
9-Top vitaminsiz bir oyuncuya çarparsa foul olurdu.
10-Top nereye giderse gitsin, topu atan alırdı.
11-Maça kimin başlayacağına taşa tükürüp yaş mı kuru mu sorusuyla karar verilirdi.
12-Kaptanlar oyuncu seçmek için adım alışır, dışarıda oyuncu kalırsa o fasülye olarak zayıf takıma geçerdi.
13-Ezan okununca maç biterdi veya topun sahibi ne zaman isterse topunu alır gider maç biterdi.
Hey gidi günler...

5 Ekim 2015 Pazartesi

Aklın Yolu Beer...

Can sıkıntısının ne olduğunu tuvalette sıçarken deterjan ambalajı yazılarını ezberleyen adam bilir. Çaresizliği, kıskançlığı, yolda babasıyla el ele yürüyen bir çocuk görünce yumruklarını sıkan başka bir çocuk bilir. Yalnızlığın ne olduğunu tuvalete girip sıçarken kapıyı kapatmayan bilir. "Aman siktir et bi daha nerden görcekler beni" hissini, dolmuşta "müsait bi yerde" derken sesi bi an tiz çıkan genç bilir. Örtbas etmenin ne olduğunu tuvalette işerken kazara pantolonuna bir kaç damla çiş sıçratan, sonra üstüne su sıçramış sansınlar diye lavaboda bilerek üstünü ıslatan çocuk bilir. Gençliğin kıymetini bir zamanlar sahnede gitar kırıp civciv ezerken, yaşlanınca işi sempatikliğe vurup Justin Bieber'li Kaşmir Halı reklamında oynayan Ozzy Osbourne bilir. Rezilliği aynaya baktığında tüm gün burnunun üzerindeki sümükle dolaşmış olduğunu farkeden bilir. Değersizliği yazdığı hayvani uzunluktaki mesaja "ok" cevabını alan bilir. Bakıyorum etrafa, o kadar her şey hakkında bir fikri olan, o kadar her şeyin en doğrusunu bilen denyo var ki, vay amına koyayım diyorum, neler yaşadınız lan siz böyle? Oturduğun yerden idealist idealist atıp tutmak kolay, siktir git önce kapıyı kapatmadan sıç, mutlu bi aile görünce yumruğunu sık, burnunda sümükle dolaş, gel ondan sonra ahkam kes, ondan sonra olmamış de. Hayata jüri üyesi olarak mı doğdunuz ne çeşit götverenlersiniz anlamadım ki ben sizi...


7 Eylül 2015 Pazartesi

Her Şey Saçma

"Her şey saçma."
Gün içinde bu cümleyi, düzenli olarak ve en az birkaç kez kullanırım. Çünkü, yıllardır, hiçbir şeyi tam anlamıyla benimseyemiyor ve dolayısıyla da önemseyemiyorum. Evet, hemen hemen hiçbir şeyi. Heyecanla başladığım pek çok "yenilik" kısa süre içinde, bomboş birer "saçmalık" olarak yerini alıyor hayatımda ve en çok da bu yüzden, bir türlü dikiş tutturamıyorum. İnsanların yaşadıklarında adeta yıkıldıkları birçok şeyle karşılaştım ve bunları aşmam normal olmayan bir biçimde kolay oldu. Soğukanlılığımdan ya da güçlülüğümden değil kesinlikle. Keşke öyle olsaydı ama değil. O kadar boşvermiş bir insanım ki; başarısızlıklar, yenilgiler beni ürkütmüyor. Çünkü, başarısız değil de başarılı olduğum zamanlarda da değişen pek bir şey olmadığını, olmayacağını iyi biliyorum. Hayatımın beni bir kapana sıkıştırmış olduğunu hissedebiliyorum. Çünkü; gerçek hayat ve onun şartlarıyla uyuşamıyorum.
Uyandığımda, gün içinde yapmak zorunda olduğum şeyleri düşünüp, sevmediğim bir şehirde pek azını sevebildiğim insanlarla yaşayıp ve hiçbir şey olmamış gibi insanların beni genellikle gördükleri o "neşeli ve hayat dolu" versiyonumu alıp, beni bekleyen zorunlu sosyal hayata dalıyorum. Birisi bana bir derdini anlattığında onu dikkatlice dinliyorum ve anlattığı durum ne kadar çıkmazlar içinde bile olsa, mutlaka birkaç umutlu alternatif çıkarıyorum o hikayeden. Karşımdakine ”Hep böyle gidecek değil ya, bu bir süreç” derim; üstelik, buna sahiden inanarak söylerim, Pollyanna ile Güzin Abla karışımı biri olup çıktım. Ama söz konusu kendi hayatım olduğunda, ne umutlu ne umutsuzum, sadece tepkisizim. Tabii, bu tepkisizliğimi kimselere göstermem. Rol yapmayı iyi öğrendim ne yazık ki. Beni tanıyıp biraz vakit geçirenler "ne kadar mutlu bir insan" olduğumu söyleyebilirler size, ne bileyim, kendi içimde oturtmuş olduğum bir "iç dengemin" olduğunu. Aslında tam olarak öyle değil. O kadar savrularak ve boş bir şekilde yaşıyorum ki; başarısızlıklarımı, sevilmeyişlerimi, eksikliklerimi sorgulayıp derin düşüncelere dalmıyorum hiç ne zamandır; dalgasını geçemeyeceğim, herhangi bir dost meclisinde konusunu açamayacağım türden bir kötü özelliğim yok. Her eksikliğimi paylaşabilirim samimiyetimin olduğu insanlarla ve bunun sebebi, öyle "kendiyle barışık olmak" falan değil. Paylaşırım çünkü ha o kötü özellik bende var ha yok. Olması ya da olmaması benim için bir şey değiştirmez çünkü dediğim gibi; "her şey saçma.". 
Ama öte yandan; kendi kendime kurduğum, izole dünyam’da mutlu ya da mutsuz da olsam, huzurluyum. Bunu çok net hissedebiliyorum. Dünyayı hiçbir zaman sevemedim ve ben de kendime yeni bir dünya kurdum. İçinde çok az insanın ama pek çok güzel şeyin, kitapların, şarkıların, oyunların yaşadığı bir dünya. Yalnızca, benim gibi “kafası karışık”larla paylaştığım bir dünya. Gerçek dünyaya ise, bir seyirciyim. Kendi dünyamda ev sahibiyim, gerçeğinde misafir.
Şimdi, "ne saçmalıyor" olduğumu düşünüyorsunuzdur muhtemelen, buraya kadarını okumuşsanız. Kendimi anlama ihtiyacı içindeyim ve boşvermişim galiba. Yıllar içinde, beni heyecanlandıran şeylerin neredeyse kimseyi, heyecanlandırmayı bırakın en ufak bir şekilde ilgilendirmiyor oluşunu anlamamla başladı bu “boşvermişlik” hali. Kendi köşeme çekildim ve kendi köşeme çekildikçe bir şeylerden uzaklaştım giderek, günlük hayatın o ana ritminden koptum. Kalbin ana uyarı merkezi Sinoatriyal düğümdür ve o düğüm bir şekilde çalışmaz hale gelirse kalp Atriovetriküler düğümüyle atmaya başlar, kendi kendine ve daha yavaş ve patolojik. Benim durumumda da böyle oldu. İçimde bir şeyler koptu bir zaman önce ve ben uzun yıllardır kendi ürettiğim, hastalıklı bir yaşam biçiminde yaşıyorum. Kendi dünyamda benden mutlusu yok belki ama dışarıdan bakıldığında, sağlıksız, düzeltilmesi gereken şeylerle dolu bir hayat. 
Etrafımdaki pek çok insan, pek çok durum beni "bir horozun düzenli olarak başını yukarı-aşağı çevirip yem yediği, kurmalı masa saati"ni anımsamak kadar heyecanlandıramıyor. Bununla birlikte, nasıl ki umursamıyorsam, umursanmıyorum da. Beni, tıpkı benim dinlediğim gibi sabırlı ve ilgili bir şekilde dinleyebilecek o kadar az insan var ki hayatımda. Anlattıklarım ya da anlatabileceklerim neredeyse kimsenin umurunda değil. Yok olmayı, bir anda, kimsenin beni hatırlamayacağı bir biçimde silinip gitmeyi çok istedim, bunun üzerine çok hayal kurdum. Ama muhtemelen bu dünyadan, mümkün olduğunca az iz bırakarak geçip gideceğim.

8 Aralık 2014 Pazartesi

Özgürlük belki de; sürekli bir yersizlik, sürüp giden bir yol...

İyi bir işin, kurulu bir düzenin, her ay banka hesabına yatan bir maaşın, kredi veya kredi kartı borçların varsa bunlardan ayrılmak, sistemin dayattığı bu düzenden kopmak o kadar da kolay olmuyor. Mutsuz bir şekilde işine devam edip, her ay hesabına yatan maaşın büyük bir nimet olduğunu düşünerek yalancı mutluluklar yaşayıp, günlerini geçiriyor olursun. Yaşın ilerledikçe daha da kök salarsın olduğun yere, her geçen yıl cesaretinden bir parça alır götürür. Sistem şimdiyi yaşamamıza izin vermeden geleceğimize odaklı bir düşünce sistemini empoze eder bize. Hayaller hep geleceğe dairdir, hatta uzak geleceğe... Emekli olunca yerleşilecek bir sahil kasabası, çıkılacak yurt dışı turlarıyla büyüler bizi ve sistem dışı fikirler ulaşılmaz, hatta saçma gelir çoğu zaman. Ama hangimiz biliyoruz ki 1 yıl sonrasını? Aklında hep gitmek, yeni yerler keşfetme isteğin varsa içindeki sesi susturmaya çalışma. Özgürlük belki de; sürekli bir yersizlik, sürüp giden bir yol... Hepimizin yolu açık olsun...