29 Kasım 2013 Cuma

Kim Lan Bu Pazarlamacı?

Dijital Pazarlamanın bokunu çıkarmak bu olsa gerek. Adam aynı anda her kanalda beliriyor amına koyim. Elindeki bi sike benzemeyen, dandik tableti, NASA’nın ürettiği teknoloji harikası diyerek tanıtıyor. Bir de sanki canlı yayındaymış gibi, bu gece inanılmaz bir kampanya yapacağım diye triplere giriyor. O an arayan ilk 500 kişiye indirimli olacakmış. Ulan hep aynı şeyi diyorsun zaten, mal herif. Adama bir kanalda denk geldiğimde, küfür edip, kanalı değiştiriyorum, o kanalda da çıkıyor aynı anda. Aynı palavraları anlatıyor. Yanına da gerizekalı bir sunucu oturmuş, her söylediğine ”inanılmaz gerçekten, müthiş birşey” gibi tepkiler veriyor. İşin enteresan yanı, bu adam hal ve hareketlerinden, sanki kendi söylediklerine inanıyormuş gibi görünüyor. Ya bu malı fena keklediler, ya da iyi rol yapıyor orasını henüz çözemedim. Reklama karşı değilim, mutlaka reklamlar pazarlamalar olacaktır da, bokunu da çıkarmayın amına koyim.

90'larda Çocuk Olmak

90'larda çocuk olmak demek hafta sonları Tsubasa izleyebilmek için erkenden uyanmak ve tv karşısında beklemek, akşama kadar tükenir diye daha kahvaltı yapmadan Meybuz almak için markete koşmak, gazoz kapağı biriktirmek ve arkadaşlar arasında "benimkiler hep Fruko" diye hava atmak, ABC'nin paketine el daldırıldığında ele gelen harflerle kelime oluşturmaya çalışmak, saklambaç oynarken arkadaşın şapkasını kafaya takıp saklanılan duvar arkasından ebeye görünmek adına kafayı hafifçe çıkartmak ve ebenin sizi başka biri sanmasının ardından "çanak çömlek patladı" diye bağırmak, dokuz aylık oynarken topun beşlikten geçmesi üzerine "off! gitti namus!" demek, voleybol oynarken servisleri topu havaya attıktan sonra manşetle karşı tarafa yollamak, her gün 'en hızlı kim koşacak' yarışması için antrenman yapmak, Mickey Mouse'lu ve Bugs Bunny'li kartpostalların koleksiyonlarını yapmak, leblebi tozunu pipetvari küçük şeylerle içine çekmek ve ardından kuvvetlice öksürmek, patlayan şeker ile kolanın bir arada tüketilmesi ile midenin patlayacağına inanmak, bayramlarda tanıdık evleri dolaşıp el öpmek, English With Me'lerle ingilizce öğrenmeye çalışmak, evrenin savaşçıları konusu açıldığında "düşünce benim! ateş sensin" diye kavga etmek, Süper Baba'nın başlamasına yakın bir vakitte dışarıda bulunuluyor ise "herkes evine. evi olmayan sıçan deliğine!" diye bağıra bağıra eve gitmek, arkadaşlar kapıda bekliyor diye ödevi baştan savma yapmak, son ders de bitince okul kapısı önünde macun satan amcaya koşup ilk macunu alan kişi olmak, Coşkun Sabah'ın anılar şarkısını her duyuşta tv kanalını değiştirmek, "hello yeni aşka hello!" isimli şarkıyı söyleyerek garip dans figürleri sergilemek, 900'lü numaraları arayıp sorulan sorulara telefon faturasını düşünmeden rahatça cevap verip her cevaptan sonra "bu soruya doğru bildiniz!" cevabını duyup "sallıyorum yine tutuyor!" diye düşünmek, "en büyük hediyeyi ben kazanıcam" umuduyla kırtasiyelerdeki saçmasapan niyetler için günlük tüm harçlığını bitirmek, keçe kalemleri ile yeni alınmış boyama kitabını baştan aşağı boyamak, ilk öpücük isimli diziyi her gün okuldan geldikten sonra izlemek, Melrose Place'deki aşkları her gün başka bir boyutta yorumlamak, iş eğitimi dersinde verilen ödevi zorla anneye yaptırmak, güzel mi çirkin mi oyununda en çirkin ya da en güzel olabilmek, tilki tilki saatin kaç oyunu için arkadaş toplamak, ebe tura bir iki üç lafını gün içinde yüzlerce kez tekrarlamak... Belki de büyümeye çalışmaktı aslında 90'larda çocuk olmak...

28 Kasım 2013 Perşembe

KPSS İle 5 Yılda Atanmış Öğretmene İlk Derste Kendinizi Tanıtma Çabası

O okula ve sınıfa ilk görev yeri olarak gelen ve ilk öğrencileri olarak sizin de aranızda bulunduğunuz sınıfta, boş geçmesi artık ekolojik sistemde doğanın kanunu olarak süregelmiş, yılın ve kariyerinin ilk dersini doldurma adına, 5 yıldır KPSS'ye çalışan, gecesini gündüzüne katan, 30 yaşında ancak ataması yapılan idealist öğretmen sınıftaki öğrencilerden tek tek kendilerini tanıtmasını ister. Bunun için miydi onca çaba? İsmini soy ismini söylersin ama isim ve soy isim kattiyen yeterli değildir onun için, yeni göreve başlamasından ziyade yıllarca atanamamanın bünyeye getirdiği psikopatlığı ile doğru orantılı olarak, anne-baba mesleği, okumak istediği üniversite bölümü, memleketi, hobileri gibi sorular da sorulabilir öğrencilere.
Çoğu öğrenci bu faslı hiç sevmez. Okulun ilk günü zaten öğrenci için gergin bir ortamda, üstelik sınıfta daha önce çoğunu hiç görmediği tipler varken, kısacası pek samimi bir ortam yok iken, bu şekilde kısa da olsa biyografisini özetlemek öğrencileri gerer. Tanıtma sırası kendisine yaklaşan öğrenci sizseniz, gerildikçe gerilirsiniz. Hele ki benimki gibi anlaşılması zor bir soyisme veya isme sahipseniz, öğretmen muhtemelen ilk seferde bu ismi anlamayaz ve tekrarlatır. İşkence öğrenci açısından ikiye katlanır. İsim anlaşılmasının zor olmasının yanı sıra bir de komik ise, öğrenci yerin yarılması için dua etmek durumunda kalacaktır.
Yeni nesil öğretmenlerden ricamdır ki, şu olaya bir son verin. İsimleri zaten zamanla öğrenirsiniz. İlk günden ne aceleniz var arkadaş.


27 Kasım 2013 Çarşamba

Otobüs İkramına Hayır Deme Karizması

Pamukkale otobüsünde ikrama hayır deme karizması diye bir şey var. Yolculuklar her zaman göründüğünden uzun ve sıkıcı gelir insana. 41-42 numaralardan mutlaka gelen ağlayan bebek sesi, yan koltuklarda iki tane şişman teyze, önde olmazsa olmaz koltuğu kucağıma kadar yatıran ve deodorantın icadından bihaber bankacı...
Sıkıcı yolculuğa renk katan o an genellikle ilk 15 dakikada gelir. Muavin, 90'larda elektrik faturası dağıtan postacı edasıyla son hazırlıklarını yapar ve en önden başlar ikramları dağıtmaya. Tüm yolcuların içini bir telaş kaplar, soğuk soğuk terleyenler, koltuklarını dik konuma getirenler, bir taraftan da yanındakine cool görünme, alışığız biz bunlara mesajı verme çabaları.  İçten içe; "kola mı içsem lan yoksa nescafe mi?", "Kek istesem doyar mıyım, 2 tane verse nolur amına koyim?" gibi sorular zihinlerde dolaşmaya başlar. Sıra sana gelmeden öncekilerin ne istediklerini dinlersin aslında. Kola içen 16 yaşından gün almış ergen muamelesi görür, şekersiz kahve alan enteldir. 
Yan koltuktaki az önce altın gününden çıkan ve midelerinde her tür kek ve kurabiyenin mesken edindiği teyzeler, telaşlarını çok belli ederler. Uzun uzun incelerler daha fazla ne yiyebiliriz diye. Başkasının yerine utanma olayı burada gerçekleşir. Onlar seçimlerini yaptıktan sonra sıra size gelir. Muavin, eğilir ve ne istediğinizi sorar. Ve işte büyük an gelmiştir. O vurucu cümleyi söylersiniz;
- Bir şey almayayım teşekkürler.
İşte artık otobüsün kralı sizsinizdir. Tüm otobüs keklere, krakerlere deli gibi saldırmışken, sizden duydukları bu cümle, bir kaç saniyelik şaşkınlığa neden olur. Herkes yiyeceklerini kıtlıktan çıkmışcasına çatır çatır götürürken, siz alnınız dik, karizmatik bir şekilde önünüze bakarsınız ve yolculuğa devam edersiniz, kafanızda, "alsamıydım acaba amına koyim" sorusu ile.


26 Kasım 2013 Salı

Defter Kaplayan Gençlik

Okul hayatına ilk başladığım anaokulu ile birlikte, hatta orta okul yılları dahil, defter kaplama diye akıl almaz bir saçmalık vardı. 3 aylık yaz tatilinin ardından okula başlamak yetmezmiş gibi, üzerine bir de bu saçmalık okul yıllarının insanı en çok geren dönemiydi. Okulların açılmasını izleyen ilk 2 günde hangi öğretmenin hangi defteri istediğinin belli olmasının ardından, gerilim başlardı. Defterler alınır, yetmezmiş gibi defter kaplama kağıtları, etiketler, bantlar da alınır. Kaplık kağıtlarının renklerini bile belirleyip dayatan takıntı sahibi sözüm ona öğretmenler yüzünden kırtasiye kırtasiye gezip düz lacivert kaplık kağıdı aramaya kadar varırdı bazen bu durum. Tüm malzemeler tedarik edildiyse, o akşam evin oturma odasında olağanüstü hal ilan edilip derhal kitap kaplama sanatını icra etmeye başlardık. İlk yıllarda evvela evin bir bilenine ağlamaklı gözlerle yardım dilercesine bakışlar atılırdı, sizden büyük bir ağabeyiniz, ablanız da yoksa malum bu işi anne-baba üstlenirdi, ortamdan sıyrılıp televizyondaki Süheyl- Behzat kardeşleri izlemek, hatta o akşam erkenden yatağa girip uyumayı bile göze alırsın ama ne mümkün, mutlaka o defterin kaplanmasını izlemek zorundasındır. 
O zamanlarda öğretmenler de defterlerin eskimemesi için kaplanıyor diye saçma bir sebep öne sürerdi. Mantık dışı, çünkü o siktiğimin kaplama kağıtları çok dayanıksız olurlardı. Daha ilk dönem bitmeden kaplama açılırdı, aşınırdı, yırtılırdı, defter veresiye defterine dönerdi. Diğer defterlerin arasından çekerken, çantadan çıkarırken falan o kaplama kağıdının amına konurdu. Öğrendim ki şimdiki çocuklara defter kaplatılmıyormuş, defter kapladığımız yılların kara bir leke olarak geçmişimizde yer ettiğini düşünürsek, bugünlere iyi gelmişiz.


K'nex

Bizim dönemimizin çocukluğunun 8-12 yaşları arasında, daha eski dönemlerin hatırlayabileceği tabirle "90'lar" da Lego çılgınlığının tavan yaptığı yıllar vardı.
"K'nex" ise Lego'nun aksine daha çok çubuklardan oluşan ve yaptığınız nesnelerin bi sike benzemediği (aslında düşününce tek benzediği şeyin o olduğu) oyun çubuklarıydı. Televizyondaki reklamlarında "Roller Coaster" kurulur, cümle alem bütün 90'lar çocuklarının ağzının suyunu akıtırlardı.
Lego halkın, K’nex ise burjuva kesiminin oyuncağı gibiydi. Ben hep legocu oldum ama hep özendim K’nex sahiplerine. Garip şekillerde çubuklar vardı, nasıl oynanıyor neler yapılabiliyor diye hep merak ederdim. Mahallede bir kaç arkadaşımda görmüştüm ama hep kırmışlardı parçalarını, ya da diş izleri vardı üstlerinde. Oyuncak alıp hakkını veremeyenleri hep dövesim gelirdi. Şimdilerde o kadar çok bilgisayar oyunu çıktı ki, Crysisler, Assassin's Creedler havada uçuyor ama o "K'nex" alamadığımız günler, Lego ile oynadığımız çocukluk günlerinin tadı hiçbirinde yok.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Çocukluk...

Mahalle maçlarında topu atan alırdı. Bizden 1-2 yaş büyüklerimize abi diyecek kadar saygılıydık. Su küçüğün söz büyüğündü her zaman.. Küfür etmeyi bile bilmezdik çoğu zaman.. Kızarma gibi özelliğimiz vardı. Utanma duygusu ile büyüdük biz.. Top oynarken forvette "Hagi" defansta "Bülent Korkmaz" dık.. Kaleye geçince "Taffarel" oluverirdik bi anda. 
Sevgilimiz yoktu ama sevenlerimiz vardı. Bunu da belli eden bir hareket yaptı mı "oooo anlayalım" lafı çıkardı koro gibi herkesin ağzından aynı anda. Erkeklerle kızlar toplandığında yakar top oynardı mesela. Yine de centilmen adamdık biz yakmazdık bile bile kızları.. Amacımız kötü olmadı hiç bir zaman.. 
Karnımız acıkırdı öğle vakti güneşin altında "anneeee salça ekmek yap " derdik.. Sepetle gelirdi ekmeğimiz. Bakkaldan kola alırdık bazen, veresiye defterine yazdırırdık "babamın haberi var abi" nidalarıyla.. Dudağımız patlardı, kimse dayak mı yedin demezdi o zamanlar.. Çünkü kimse kimseye zarar vermezdi. Ya düşmüşüzdür ya da top gelmiştir.. Her hafta dizimizde yara olurdu, kabuk tutardı. Soyması da bir zevk, kaşıması da bir zevkti..
Tasolarımız vardı, bazıları erken kalkar inerdi sokağa biz o "çıt, çıt" sesiyle uyanırdık.. Bir kaybettik mi, oturur ağlardık kimi zaman gitti "misty tasom"diye.. Zor çıkardı çünkü cipslerden. Bazılarına çıkmazdı aslında. BMX bisiklete biner hava atardık arkadaşlara. Dünya kupası maçları esnasında sokağa çıkma yasağı getirirdik kendimize..
En kötü hareketimiz, bisiklete pompa eşliğinde havalı korna yapmaktı belkide. Gürültü yapardık, arka lastiğe sıkıştırırdık pet şişeyi motosiklet havası katardık. Yeni dökülmüş asfaltın üstünde çıplak ayak koşmanın zevkini yaşadık biz. Sonunda zenci ayağımız olsa da.. Bizim için en büyük mutluluk, Bugs Bunny bitti zannederken arkasına yeni bir bölümün başlayacağına işaret o aslanın kükreme sesiydi belkide.. Oturur izlerdik. Biz iyiydik, güzeldik.. Noldu bize diye sormak bile, tüm bunları yaşayanlarda bi kaç göz yaşına sebep olur belki.. Çünkü içimiz de hala o çocukluğumuz ve anılarımız var.. 

23 Kasım 2013 Cumartesi

Talihsiz Açıklama

Başımıza yeni türedi; "Talihsiz Açıklama"
Bu öyle bişey ki, cevap verilemeyen her iddia veya düşünce karşısında imdada yetişiyor. Özellikle takım elbiseli politikacıların ve sözüm ona yöneticilerinin, vazgeçilmez söylemi haline geldi.
Bir adam çıkıyor, birşeyler anlatıyor bir konuda fikir beyan ediyor. Buna tepki gösteren, yaşlı, uyuz bir adam, kamera karşısına geçip, sakin bir şekilde, ”talihsiz bir açıklama olarak görüyorum” diyor. Hadi canım?
Talihsizlik kelimesi zaten başlı başına absürd kaçıyor bu konularda. Açıklamanın talihsizi mi olur amına koyim. ”Yanlış bir düşünce” de, ”katılmıyorum” de, ”olmaması gereken söylemler” de ”söyleyeceğin lafa sokayım” de, ama talihsiz açıklama ne lan?

22 Kasım 2013 Cuma

Kalkma Oğlum, Kalkma !

Her zamanki gibi bir iş çıkışıydı, neredeyse akşam olmuştu. Ellerim cebimde tren garına doğru yürüdüm. Evime dönecektim yine. Trene bindiğimde 13-14 yaşlarında, bir elinde çanta, diğerinde beyaz resim klasörü olan bir öğrencinin oturduğu koltuğa göz diken orta yaşlı ketum kadını fark ettim. Çocuk o büyük çantalarla koca bir çekirdek kabuğunu taşıyan karınca gibi gözükürken, kadın ise çiftleşme mevsimi gelen ve dişisini kuytu bir köşede kestiren "koala"yı andırıyordu. Kadın konuşmuyordu; fakat sürekli çocukla göz göze geliyor, her hareketiyle o yeri istediğini belli ediyordu. Çocuk ise kadınla her göz göze gelişinde ne yapacağını bilemiyor, kalkıp kalkmamak arasında gidip geliyordu. Belgesel seyreden aile babasının leopardan kaçan ceylan için "hadi kaç be güzelim, hadi" diye hayıflanması gibi ben de içimden çocuk için "kalkma oğlum, kalkma" diyordum. Fakat ekolojik sistemin gereği midir nedir, zayıf çocuk sonunda bu psikolojik harbi kaybetti ve yerini kadına verdi.
Muhtemelen bir arkadaşının evinde patates salatası ve kısırla beraber 10 bardak çay vurup, "Esra Erol" izleyen bu kadın, tüm acımasızlığıyla o yeri hak edenin kendisi olduğunu düşünerek koltuğa oturdu. "Sağol evladım, ay valla nasıl yorulmuşum" diye orada oturmanın kendi hakkı olduğunu belirterek vicdanını rahatlatmayı da ihmal etmedi. Üstelik çocuk, muhtemelen tüm gününü okulda veya dershanede tuhaf dersleri anlamak için kafa patlatarak geçirmişti. Kadın oturduğu yerde, neresinden çıkardığını anlayamadığım peçeteye "Horrrşş" diye burnundaki fazlalığı  silerken, o sırada çocuk beyaz klasörünü bacaklarının arasına kıstırıp, o dev çantayı sırtına takmakla uğraşıyordu.
İçimden bunun görgüsüzlük değil, kötülük olduğunu düşündüm. Hatta bu da kötülük değilse hiçbir şey kötülük olamazdı. Insanlar sürekli bencilce hareket edip, sürekli haklarının yendiğini düşünebiliyorlardı. Bazı insanlar vardır "dünyanın yandığını görmek isteyen", fakat bazı insanlar vardır ki "iyi biri gibi görünüp dünyanın daha kötü bir yer haline gelmesi için uğraşan". İşte bu insanlardan nefret ediyorum, dışarıya yeşil kısmını gösterip tüm varlığını toprağın altında depolayan havuç tarlasını andırıyorlar. Tıpkı o nalet kadın gibi.

21 Kasım 2013 Perşembe

Beden Eğitimi

İlk okulda hiç hatırmalıyorum ama orta okul ve lisede ”beden eğitimi” adı verilen ders zamanlarında, sebebini anlayamadığım şekilde, ne üdüğü belirsiz askeri yürüyüşler öğretilirdi. Her ders aynı şey vardı. Sağ, sol, sağ sol…kıt’a dur 1'ki Arkadaş, askerlikle bozmuşuz kafayı. Sağdan saymaya başlardık bir de. Hoca nasılsınız diyince, sağol derdik. Komutan mısın lan sen? Emekli Albay mısın? Ne yapıyoruz biz? Neyin kafası bu?  Sonra kültür-fizik hareketleri yapardık, sanırsınız ki Londro Olimpiyatlarına hazırlanıyoruz Ne Olimpiyatı amına koyim, dersin geri kalanında hoca serbest bırakır, salak salak takılırdık.
Beden dersinin sınavlarında da haliyle, aynı zırvalıklardan puan alırdık. Yürürdük, sağa dönerdik sola dönerdik. Kıt'a dururduk. (Hayatımızın geri kalanında ne sike yaradıysa kıt'a durmak). Üstelik hata yapanlara da "Sen askerde çok dayak yersin" diye fırça da atardı hoca. Yaşımız 13-14 ha yanlış olmasın.
Nerde kaldı gençlere spor sevgisini aşılamak? Hangi spor dallarını öğrendiniz okul hayatınız boyunca? Formaliteden ders geçiştirmek dışında beden eğitimi öğretmenleri hiç bir boka yaramadı. Şimdi düşünüyorum da öğretilecek o kadar çok şey varken, biz neden darbe zamanından kalma, bize bir bok kazandırmayacak saçmalıkları yaptık?
Şimdiki eğitim sisteminde bu dersin yeri nedir bilemiyorum, Aslında Beden Eğitimi dersi hala var mı onu da bilmiyorum. İnşallah şimdiki öğrenciler aynı gerizekalılıklara maruz kalmıyordur. Umarım birisi çıkıp da ”Napıyoruz biz amına koyim” demiştir.

20 Kasım 2013 Çarşamba

Sanki Bana Roberto Carlos

7 yaşımdaydım, Bozdoğan Fatih İlköğretim okulunun o zaman için 2 tane "Nou Camp"ı yan yana tepeleme sığdırabileceğiniz büyüklükteki bahçesinde pet şişe ile maç yapıyorduk, futbol topu lüks o zamanlar. Kadrolar açıklandı, her sınıfta en az 1 tane muhakkak bulunan o çok uzun ve çok iri kıyım çocuk malesef karşı takımdaydı. İkili mücadele bile olmayan bir pozisyonda bu denyo kendi kendine plastik şişenin üstüne basıp kaydı, sonra şişeyi eliyle önüne koydu ve "Faul" dedi. Bi de baktım bizim takımdaki denyolar durumu kabullenip bunun önünde baraj kuruyorlar. Önce içimden "Lan acaba bu izbandutla kavga çıkmasını göze alamadıkları için mi ses çıkarmıyorlar" diye geçirdim ama baktım ki yok amına koduğumun salakları sahiden de faul zannediyorlar bunu. Sikerim deyip "Ne faulü lan? Topa basıp kaydın, bizim takımdan birisi düşürmedi ki seni" diye itiraz ettim. Yemin ederim ki o gün maç yapan kim varsa bana sanki İcra ve İflas Kanunundan 340.maddeyi anlatıyormuşum gibi boş bir surat ifadesiyle baktı. Faulün ne olduğunu bilmiyor ama gelmiş maç yapıyorlardı kafasına sıçtıklarım. Bu sırada maç yapan denyolardan birini annesi çağırdı, arkadaşlarından biri de ona "süt müsün oğlum,gitme lan" diye akıl veriyordu.  Bir de pet şişe artık pestil haline gelmiş olmasına rağmen, futbolu televizyondan öğrenen bu denyolar elleriyle kasıklarını tutuyorlardı baraj kurarken. Sanki bana topun başında Roberto Carlos vardı. Neyse, kıçımı yırttım o gün orada, faulün ne olduğunu izah etmeye çalıştım, kimse anlamadı. Nihayetinde o serbest vuruş kullanıldı.

Allahsız Osman !



Hayatımda hep ne olduğunu tam kestiremediğim can alıcı bir şeyler eksik oldu. Çocukluğumda futbolcu kartlarının içinden yapıştırmalar çıkardı, o futbolcu çıkartmalarını posterdeki listede tamamlayabilirsen sana hediye verirlerdi. Fakat o listeyi asla tamamlayamazdın, zira bir futbolcunun çıkartmasını üretmezlerdi kimse hediye almasın diye. Mesela Trabzonspor'lu Osman Özköylü'nün yapıştırması aslaçıkmazdı bizim mahallede, yani kimseye çıkmadı benim gördüğüm. Tolunay, İskender, Şota'nın çıkartmaları en çok çıkanlardı, artık Tolunay'ın tipine bile sinir oluyordum; fakat Osman hiç çıkmadı. He işte, hayatım da biraz o futbolcu listesi gibiydi. Bir parça sürekli eksikti, Osman eksikti, asla da tamamlanamıyordu. Allahsız Osman...
Karım benim en sonunda bulabildiğim Osman'ım oldu. Hayatımda eksik olan parçaydı karım. Sabahları yataktan kalkmak için sebebi olmayan bir insanın uyanma sebebiydi. Ayağa kalkıp işe gidebilmek için motivasyondu karım. "Bir Kelime Bir İşlem"deki joker harfiydi karım. "Kim Milyoner Olmak İster"de telefon jokeri olarak aranan ve sorulan soruyu 10 saniyede bilen işe yarar arkadaştı karım. İlkokulda yapmadığın ödevini bir akşam önce senin yerine yapıp habersizce çantana koyan kardeşti karım. "Osmo"daki siyah beyaz köyden renkli köye geçebilmeni sağlayan anahtardı karım. "Mortal Kombat" ta çok değişik bir fatality hareketini ilk defa yapabilme heyecanıydı. "Mario"daki kestirme yola giden yeşil boruydu. Çalışmadığın sınavın ertelenme haberiydi. Bayramda en çok para veren akrabaydı. Topluluk içinde yaptığın kötü espriye gülen tek insandı. Ilhan Mansız'ın Senegal'e attığı goldü. Ağaçta kalan topu tırmanarak indiren cengaver arkadaştı. Bozuk demir paralardan dolmuş parası çıkarabilme sevinciydi. Hayatı güzelleştiren şey karım. Hatta hayatımdaki tek olumlu şey.


Hoşgeldin Misafir Çocuğu

Hoşgeldin misafir çocuğu. Geçen yine senin yaşlarda bi çocuk bilgisayarıma oturmuş, silahlı kuvvetler için geliştirmekte olduğum bir virüs var, sen kalk o virüslü dosyaya ulaş, dosyayı aç, sonra da oyun zannedip oyuna dal... Başta anlamadık, akşam evine gidince kusmaya başlamış, sonra bi baş dönmesi derken çocuğu hastaneye kaldırmışlar. Hastanede tüm müdahalelere rağmen çocuğun çükünü kurtaramadılar. Düşmüş malesef. Bu virüs çok tehlikeli. Türkiye'de savaş çıkarsa kullanılacak. İnsanlara bulaşıyo, çükü olanın çükünü düşürüyo, olmayanda çük çıkarıyo. Bilgisayarımı oynarken dikkatli ol misafir çocuğu, nolur.

2045'ten Mektup


Adım Çağrı Mamus, Allah izin verirse 59 yaşındayım, iki çocuğum var. Küçükken beni de annem ve teyzelerim "Çok kızların canını yakacak bu, çoook." diye severdi ama sonra ilk görüşte aşık olup 2 ay içerisinde sevdiği kadınla "hadi evlenelim" diyip evlenen, arsa, ev, araba taksidine giren, fatura ve düzenli Digitürk üyeliği ödeyen, aşağı yukarı on senelik emeklilik hayatında rahat edebilmek için hayatı boyunca çalışan, yediği azarları, "Amir" kaprislerini sineye çeken, gazetelerin sadece spor sayfasını okuyan ama başka bir konu hakkında oturup iki satır yazı okumayan, kulaktan dolma bilgilerle fikir sahibi olan ve o fikirleri körü körüne savunan ortalama bir dalyarağa dönüştüm.
Neyse, dün eski fotoğrafları karıştırıyordum. Çocukken çizdiğim resimleri, biriktirdiğim futbolcu çıkartmalarını, gazoz kapaklarını buldum. Daha da kurcaladım, dibinden eski gazeteler çıktı, tarihi şu an sizin yaşadığınız yıllara aitti. Oturdum, tek tek gazetelerinizi okudum. Hani kurbağanın suyunu yavaş yavaş kaynatırsan suyun ısındığını fark edemeden geberir gider ya, biz de yavaş yavaş ve zaman içinde kelimelerin anlamlarını değiştirdiklerini fark edememişiz. Sizin gazetelerinizi okuyunca fark ettim bunu. Sonra bu mektubu yazmaya karar verdim, mektubu bir şişeye sokup denize fırlatmadım, belki bir mucize gerçekleşir de sizin elinize geçer diye.
Oğlum iki yıldır iş arıyor. Başvurduğu her işte, ondan öyle bir şey isteniyor ki, sırf onu bulamadığı için iki yıldır reddediliyor. İstedikleri o şeyin, söyledikleri şey olmadığını biliyorum, ama eskiden buna ne denildiğini hatırlamıyorum. Başvurduğu her işte kendisine zengin veya sözü geçen bir tanıdığının olup olmadığı soruluyor, o da kimsenin ismini veremiyor. İşte bunun adına "referans" deniyor. Biz eskiden ne diyorduk bu kelimeye?
Yan apartmanımızda bir kadın oturuyor. Her cumartesi akşamı bir başka lüks arabayla eve bırakılır, kendisini eve bırakan herifi muhakkak yukarı davet eder. Internet'teki arkadaşlık sitesinde 5000 küsür arkadaşı var sanırsın muhtar, gel gelelim arkadaşları ona "sosyal" diyor.
Bugünlerde bir futbolcu, ezeli rakibi olan takıma daha fazla para için transfer olabilir. Bir siyasetçi bugüne kadar savunduğu fikirlerin 180 derece tersini savunan bir başka partiye geçebilir. Bir gazeteci, bir anda bugüne kadar yazdıklarının tam tersini anlatmaya başlayabilir. İşte biz bunların hepsine "profesyonellik" diyoruz.
Vatan toprağını ve devlet şirketlerini ucuza satan, takım elbiseli bir takım kişilerle gizli anlaşmalar yapan liderlerimiz var. Bunun adına "uluslararası ilişkiler" veya "diplomasi" diyoruz. Takım elbise giyenler ise "terörist" olamazlar burada.
Geçen gün eski iş arkadaşım ailesiyle beraber bize misafirliğe geldi, sekiz yaşında tipini siktimin bir çocukları vardı. Çocuk sürekli annesinin yanına gelip X-Box denilen elektronik aletiyle oyun oynamak istediğini söylüyordu. Annesi ilk başta vermek istemedi, bu aralar çok oynuyormuş ve bu onun için zararlıymış. Çocuk aleti alamayınca götüne köz basılmış at yavrusu gibi tepinmeye başladı evin içinde. Bizim çekmeceleri açıp içindekileri boşalttı, karımın makyaj malzemeleriyle yerleri boyadı, bağıra bağıra ağladı. Annesi onun için "hiperaktif" diyor.
İki aylık bir kurstan sertifika alıp "uzman" olan insanların yazdığı kitaplar yok satıyor burada. Bu insanların bazılarına "yaşam koçu", bazılarına "astrolog", bazılarına "ünlü metafizikçi" diyoruz.
Elinde sikindirik Ufo fotoğraflarıyla dolaşan bir adam var mesela, ona da "ufolog" diyoruz. Böyle ünvan sahibi olunca daha ciddi bir etiketi oluyor.
Burada televizyona birtakım adamlar çıkıyor sık sık, bu adamlara bilir kişi gözüyle bakıyoruz toplum olarak. Onları bilir kişi yapan tek vasıfları ise o televizyona çıkabilecek referansa sahip olmaları. Referans dedim ama, o kelimeyi kullanırken başka bir şey kastediyorum aslında, dedim ya hatırlayamıyorum amına koyim. Neyse işte bu referans sahibi dallamalar bazen insanlara kötüyü iyi, iyiyi de kötü diye yedirmeye çalışıyorlar. Yaptıkları konuşma için ise haberin alt başlığında "ezber bozan" yazıyor. Ezber bozan, yani "aç ağzını aç kamyon geliyor amk".
"Paylaşım" artık bir internet sayfasına fotoğraf veya komik video yüklemenin adı oldu.
Hayatında oturup iki kelime laf konuşmadığın insan için "arkadaşım" diyebiliyorsun artık.
Yapmadığımız şeyleri yapmışız gibi gösteren, "modernlik" ayağına bizi bir arada tutan değerleri terk etmemizi öğütleyen insanlara "aydın" diyoruz.
"Din" dedin mi şöyle bir süre konuşmadan duruyoruz. Hani pek samimi olmadığın bir insanla konuşurken bazen ağzından ağır bir küfür kaçar, sen utanırsın, karşındaki sana "Densiz herif, bu laf söylenir mi şimdi?" dercesine bakar, bir beş saniye boyunca şokla karışık sessizlik anı olur ya, işte "din" denilince de öyle bir hava esiyor burada. "Biraz zaman geçsin de, konuşmaya devam ederiz" diye düşünüp susuyoruz.
"Ümük" diye bir şey vardır hani, bu ümük bir tek sıkmaya yarar, ne olduğunu bilmezsin. İşte "faşizm" de ümük gibi bir şey oldu, bu faşizm bir tek kahrolmaya yarıyor ve kimse bunun ne bok olduğunu bilmiyor. Sadece kötü bir şey olduğunu biliyoruz.
Bizim artık birbirimizi değil, sadece kendimizi düşünmemiz gerekiyor, zira modern dünya bunu gerektiriyor. Duygusallık yapıp başkalarını seven salaklara da "vatansever" veya "milliyetçi" diyoruz. Bu kelimelerin iyi anlamlara geldiği zamanları az çok hatırlıyorum, ama artık bunlar da kahrolması gereken şeyler kategorisinde bizim için.
İnsan, kelimeler olmadan düşünemez. Bir insanın düşüncelerini değiştirmek için doğrudan düşüncelerini değiştirmeye çalışmazsın, zira buna karşı tepki koyar. Fizik yasalarına göre her etki, kendisine eşit kuvvette ve ters yönde bir tepki yaratır. Bu nedenle bir insanın düşüncelerini değiştirmek için, bildiği kelimelerin anlamlarını değiştirirsin. İşte buna tepki göstermezler, zira şekle tapan salak insan, görünüş aynı olduğu için değişikliği fark etmez. Fark etmeden bir zamanlar sevdiği şeylerden, artık nefret etmeye başlar. Bir zaman nefret ettiklerini, artık sevip bağrına basmaya başlar. O ise hâlâ sevip nefret ettiklerinin aynı olduğunu zanneder.
Adım Çağrı Mamus, 54 yaşındayım. Modern, aydın, diplomatik, profesyonel denen insanların hastası, dindar veya vatansever denen insanların düşmanıyım.
Çok pişmanım.


Neyi değiştirebilirsin?

Bir öğretmen vardır, girer sınıfa, bütün öğrencilerin zaten elinde olan matematik kitabından 2 soru yazar tahtaya, çözün der, 10 dakika gazetesini okur Sonra tahtaya 2 öğrenci kaldırıp onlara çözdürür soruları, “nöbetçi tahtayı silsin” der, o arada bir 10 dakika daha okur gazetesini, sonra sıkılır, ayağa kalkıp gezer, arka sıradaki erkeklerle maç muhabbeti yapar, tahtaya 2 soru daha yazdırır ve zil çalar, “bu da ödeviniz olsun” der. Bir de aptal öğretmen modeli vardır, evet bu öğretmen insanların gözünde aptaldır, zira okula farklı materyallerle gelir, farklı kaynaklardan sorular çözer ve mecbur olmamasına rağmen daha çok efor sar eder. Geometride koniyi anlatıyorsa üşenmez bir yerlerden koni şeklinde bir cisim bulur veya evde kartonla kendisi hazırlar da öyle gelir sınıfa, sırf öğrencileri daha iyi anlasın diye.Bu öğretmen, sınıfa gazete okuyan öğretmenle aynı maaşı alır, ikisi de kağıt üzerinde işlerini yapmış gözükürler.Fakat kendinizi ve Tanrı’yı kandıramazsınız. Aptal olan öğretmen dünyanın tüm çocuklarına koninin özelliklerini, alan ve cisim hesaplarını, ıvır zıvırını öğretemedi. Tüm çocukları geçtim, kendi sınıfındaki çocukların hepsine bile öğretememiş olabilir bunları, fakat en azından çabaladı. O aptal onu yapmak zorundaydı, çünkü öyle biriydi. Düşünmedi sonuçları neler olur diye. Ben 8 yaşındayken cebimdeki tek demir parayla sokağa çıkmışken gördüğüm yavru kediye nasıl süt aldıysam, sonra da o sütü koyacak bir kap bulamadığımdan bir çukura döküp nasıl kedinin içmesini sağladıysam ve bu sırada sütün yarısını da nasıl ziyan ettiysem, o öğretmen de benimle aynı sebeplerden ötürü yaptı bunu ve benimle aynı duruma düştü. Ne ben dünyanın tüm kedilerini doyurabildim ne de o dünyanın tüm öğrencilerine geometri öğretebildi. Benim doyurmaya çalıştığım kedi 3 saat sonra yine acıkacaktı ve sınıfın arka sıralarında oturan, gömleğinin içine renkli t-shirt giyerek kendisinin farklı biri olduğunu ispatlamaya çalışan sivilceli çocuk da 2 gün sonra unutacaktı öğrendiklerini. Bazı şeyleri yaparsın, çünkü sen osundur, sonuçlarının ne olacağı da çok önemli değildir. Yapman gerekir, zira “en azından” ile başlayan bir özrün olacaktır o gün. "En azından çabaladım" diyebilirsin o gün.Ben “en azından çabaladım” diyebilmek istiyorum. Zira insanların böylesine duvar olmalarının benim mazeretim olmayacağını çok iyi biliyorum.