30 Aralık 2013 Pazartesi

Şemsi Yastıman Üstad, İyi Ki Denk Geldim Sana...


Yukarıdaki şiiri- türküyü dinlemenizi ne kadar çok istediğimi söyleyerek başlayayım söze; şu an, içim yersiz bir coşkuyla dolu anlatamam. Bugün, gün içinde, yine alelade bir eşref saatimde bana eşlik eden türkü radyolarından birinde, her zamanki istek hatlarından birini dinlerken, bir adam arayıp "Şemsi Yastıman’dan Memleket Hasreti’ni istiyorum" dedi ve hiç farkında olmadan beni acayip mutlu etti. Şemsi Yastıman'ı daha önce hiç duymamıştım. Kırşehirli bir halk ozanımız imiş; Muharrem Ertaş’ın, Neşet Ertaş’ın, Çekiç Ali’nin memleketlisi. Allah Kırşehir’i yaratırken suyuna, toprağına henüz günümüz teknolojisi ile çözümlenemeyecek türden bir şey katmış diye düşünmeme bir sebep daha oldu. Yöresel ağızla söylediği, çocukluk günlerini andığı, şimdi dinliyor olduğunuz bu şiirden en hoşuma giden birkaç dizeyi yazayım buraya, anlayabildiğim kadarıyla "kırşehir türkçesi" ile....

Ölmez, sağ olursam bu yaz inşallah,
Sılayı bir daha gormek istiyom,
Kırşehir’e varsam ya ağşam, zabah,
Topraklara yüzüm sürmek istiyom.

Kaman'ı Mucur'u Çiçekdağı'nı,
Kındam Dinekbağı hem Özbağ'ını,
Köylü kentli hastasını sağını,
Görüp bir muhabbet kurmak istiyom.

Hacı Bektaş Ahi Evran Sultanı,
Aşık Paşa Kaya Şeyhi cananı,
İmarette neslim Şeyh Süleyman'ı,
Aşk ile bağrıma sarmak istiyom.

Ne büyüktür zevki yurdu görmenin,
Kaç senenin hasretine ermenin,
Dört bir yanda methedilen termenin,
Şifalı suyuna girmek istiyom.

Halam sağ olsa da, sesim duysaydı,
Ceplerime koftür, iğde koysaydı,
"Şunda yi" diyerek alma soysaydı,
Cevizi de dişlen kırmak istiyom.

Bir de gitsem deyzem beni görseydi,
İçi çokelikli dürüm dürseydi,
Hele azıcık da sızgıt verseydi,
O an pirzolayı yermek istiyom.

Söğürmelik bir et çıksa satırdan,
Höşmerimle mantı gitmez hatırdan,
Kuşlukleyin hedik gelse tandırdan,
Çölmeğin içine girmek istiyom.

Bir hağbe kemeyi yüklesem sırta,
Çıksam bir alamaç yapacak sırta,
Beş gö suvan, üç kaynamış yımırta,
Yufka ekmeğiynen dürmek istiyom.

Bir dügün olsa da bir kayın gitsek,
Dokuz butlu tavuk lafını etsek,
Tam pilavı gelse yisek tüketsek,
Davullu zurnalı dernek istiyom.

Harmana denk gelse, düvene binsem,
Şöyle dabaz olup, kaşınsa ensem,
Acık bağ bellesem, acık dinlensem,
Çayıra bir pala sermek istiyom.

Bağ bozumu üzüm haftına batsak,
Bekmez kazanına ayvalar atsak,
Boranıynan damla şiresi datsak,
Arı soksa, çamır sürmek istiyom.

Üç arkadaş şöyle bir bahça bulsak,
Çalpıdan hatlayıp, bir üzüm yolsak,
Sağıbısı dutsa da, bir rezil olsak,
O datlı günlere ermek istiyom.


Şemsi Yastıman’ı ve bu şiirini hiç bilmeden yaşayıp gitmek benim açımdan büyük eksiklik olurmuş... Şemsi Yastıman üstad, iyi ki denk geldim sana.

26 Aralık 2013 Perşembe

Aslında Söz Senin

Büyük çoğunluğunun "Müslüman" olduğu bir ülkede dünyaya geldin. Erkek çocukları “siktir lan versene topumu” derken, sen; “şştt ayıp açma bakayım eteğini” diye uyarıldın. Sınıfta bunaldığında biraz kaykılayım dedin ama karşı sırada eteklerinin altını nişan almış bir erkek bakışı görüp hemen oturuşunu düzelttin. Çıktığın çocukla olay cinselliğe geldiğinde “acaba nasıl olacak ki?” sorusundan çok “acaba el alem ne der?” diye düşündün. İşte tam o sırada düğmelerini açmaya çalışan çocuk da “kızım uğraştırma ya” diye düşünüyordu. Sen topluma kilitlendiğin sırada o senin kokunla sarhoş olmakla meşguldü. Senin gözünün önüne tanıdıklarının yüzleri gelirken, o biri bile görse vazgeçmeyecek kadar heyecanlıydı. Senin sonraki ilişkilerinde daha önce sevişip sevişmediğini merak eden ve belki de bu konuya giren erkekler oldu. Sağdan soldan dedikodu yapılmasından korktun. Birisinin sünneti bile davul zurna düğünlerle kutlanırken, senin ilk adet görmen utanılacak bir şey gibi kafana işlendi. Senin bir tek suçun vardı, kadın olmak!
Bunu sana söylemeye utanıyorlar, cennet anaların ayağı altında diye zırvalıyorlar. Halbuki sana layık gördükleri sosyal ahlak bu anlattıklarım gibi. Senin halbuki en güzel halin, en özgür halin. Bunu hala öğrenemediler. Pardon, ben bir erkek olarak konuştum...
Aslında söz senin...!

21 Aralık 2013 Cumartesi

1986-1991 Arası Doğan Kızların Küçükken Kayahan'a Aşık Olması

Bugün çok değişik bir konuyu ele alacağım bu soğuk Denizli akşamında. Değişik çünkü çok ilginç, başlıkta da görebileceğiniz gibi "küçükken Kayahan'a aşık olan kızlar" var. Bunun sosyolojik analizini yapacağım izninizle, sosyolojik analiz evet. Şimdiki ergenler bilmez, zamanında Kayahan diye bir amcamız vardı, kıvırcık saçlı, gitarlı falan. Aşk şarkıları yazardı, epey de popülerdi hani bir ara. "Emrin olur, bir yemin ettim ki dönemem, bir aşk hikayesi" falan böyle uzayıp giden bir çok şarkı. Ben açıkçası kendisinden pek hoşlanmazdım. Seveni olduğu kadar sevmeyini de çoktu çeşitli sebeplerden ama bir çok kızın küçükken Kayahan'a aşık olduğunu duymam beni şok etti. Bu kanıya nasıl vardım? Çok farklı zamanlarda 10 kişiyle normal normal konuşurken "ben küçükken Emel Sayın'a aşıktım" sözüme karşılık bu 10 kızın 6'sının "ben de Kayahan'a aşıktım yaa" diye söylemesi, beni bu yazıyı yazmaya itti. İlk duyduğumda şaka yapıyorlar sandım, yok gerçekmiş. Düşündüm kendimi onların yerine koydum, olmuyor ne yapsam ne etsem Kayahan sempatik gelmiyor bana, kıvırcık saçlarından desem veya tombik yanakları mı desem içinden çıkamadım. Romantik şarkılardan mı diye düşündüm sonra ee herkes söylüyor niye Kayahan ulan diye kahırlara sürüklendim. Açıkçası mantıklı bir sebep bulamadım. Ama 1986-1991 arası doğan kızların ne garip tercihler yapabildiğinin de bir göstergesi veya kimlere aşık olabildiklerinin. Bu nesil bence çok fantastik bir nesil, ne yapsalar şaşırmam. Hani bazen görüyorsunuz "o adam o kızı nasıl tavlamış abi" diye söylenip ben nerede yanlış yaptım acaba diye düşüncelere sevk oluyorsunuz ya, yapmayın öyle şeyler. O kız, kesin bu Kayahan'a aşık olan nesildendir. Sorsanız o kıza küçükken kime aşıktın diye kesin Kayahan der, kayahan demezse Adnan Şenses der. Bu neslin kızları her ne kadar Kayahan'a da aşık olsalar küçükken, değişik tercihleri de olsa, güzel bir nesildir, severim. Sonuçta ben de küçükken Emel Sayın'a aşıktım, o da değişik bence. Ben de bu neslin erkeğiyim ve bu nesilden bir kızla evlendim sonuçta, fazla eleştirmek istemiyorum. Ama Kayahan ya Kayahan diyoruz, aşk diyoruz, hayattan soğuma sebebi. Bu yazıyı okuyup da küçükken Kayahan'a aşık olan varsa lütfen açıklasın. Hem yazıyı bitirmeden bir sebep buldum neden aşık olduklarına dair. Galiba Kayahan'a aşk şarkılarını kendilerine okuyor sandılar yazık...

14 Aralık 2013 Cumartesi

Biraz Sonra Öleceğini Bilmek

Sanırım insanın başına gelebilecek en hüzünlü durum, biraz sonra öleceğini bilmektir. Düşününce; biraz sonra ölecek kişinin gözlerinin içine bakmak, onun nefesini son defa senin gözlerinin önünde verecek olması düşüncesi bile insanın içini sızlatıyor.
Senin sabah çalan alarmla tatlı uykunu 5 dakika ertelemek için gösterdiğin çaba takdire şayan, mutlaka çok zor bir durum olmalı uyanmak. Peki sabah uyandığında idam edileceğini bilen ve son uykusuna gözlerini kapatan bir insanın gece nasıl uyuduğunu hayal ettin mi hiç? O an için rahatlığı veya hangi hayvanın hangi tüyünden yapıldığı önemsiz olan yastığına kafasını koyduğunda aklından geçenleri. Bir kaç saniye düşün be adam, hiç olmazsa empati yap be kadın. Sabah, onu almaya gelen askerlerin ayak seslerini düşünün, infaz edilecek yere götürmek için gelen kalbinizdeki acı artmadı mı, küçük bir sızı geldi mi? Hele bir de suçu yoksa. Dayanılmaz bir acı olsa gerek. Yaşadığı en zorlu bekleyiş, sabah durakta dolmuşu beklerken geçirdiği 3 dakika veya okulda sözlü sırası beklemek olanlar bu acıyı ancak hayal edebilirler, gerçeğini varın siz düşünün.
Kim ne düşünür bilemem ama idam edilecek kişinin işlediği suçun büyüklüğü, benim için pek birşey ifade etmiyor. Şeriattan kalma, insanlık dışı, vahşi bir cezalandırma yöntemi bu. Bir insanın cinayet işlemesinden daha kötü bir şey varsa, o da devletin planlı ve yasal olarak cinayet işlemesidir.

12 Aralık 2013 Perşembe

Galatasaray- Juventus 11.12.13 Anısına

Böylesi bir günde büyük zaferi kaleme almadan olmazdı...
Olsa olsa Reina'da saat 23:15'te rezervasyonu olduğunu düşündüğüm Portekiz'li hakemin 31.dakikada maçı durdurup soyunma odasında kalorifere elini tutup geldikten sonra topun sahadaki gidişini bile kontrol etmeden içeri girmesi ve Uefa Başkanı Michel Platini'nin hakem içerideyken telefonla yaptığı görüşmede maçı oynatmamasını ve daha ağır bir zeminde 1 gün sonra oynanmasının, artık herkesçe bilinen katı italyan futbolunun (0-0) ekmeğine yağ süreceğini, buz tutan Türk Telekom Arena cehennemini tezahüratlarıyla ısıtan taraftarın ancak ertesi gün saçma bir saatte o stada gelemeyeceğini ve bu nedenlerle maçın öğle saatlerinde oynanmasının uygun olacağını talimat vermişti. Oysa ki Türk Telekom Arena tribünleri amele doluydu. İndir 100-200 tane temizlesinler. Aklınca, ertesi gün tribünlerin boş, sahanın çamur deryası, Galatasaray futbolcularının morallerinin bozuk ve sonunda 0-0 'ı elde edip turu geçecek Juventus olacaktı.
Perde arkasında ise yandaş medyanın ve at gözlüklü spor yazarlarının görmezden geldiği, görse bile oturdukları koltuğun sevdasından dile getiremediği, ancak artık Şampiyonlar Ligi'ne dahi el atabilen Fransız- İtalyan bahis + para+ şike oyunları vardı. Kısacası tadı damağımızda kalan, umutsuzluğa gömüldüğümüz bir Salı gecesi vardı.
Çarşamba günü saat 15:00'da ise sahada doldur- boşalt ile oynayacak toplamda 6 stoper, 2 uzun boylu pivot santrafor ve sağda solda ve orta sahada kar topu oynayan figüranlar vardı. Juventus eli mahkum 1.95'lik kulesi Llorente ile oynamaya çalıştı. Ancak maç sonunda; "Galatasaray Avrupa fatihidir" ifadelerini kullanacak Gökhan Zan'ın bire bir oyunuyla hava toplarının çoğunu kaptırmadı Galatasaray. Juventus bir süre Tevez liderliğinde üstünlük kursa da G.Saray savunması üzerine çok iyi çalıştığı 3-5-2 ve 5-3-2 formatının gerektirdiği kademe anlayışını çok iyi uygulayarak gol yemedi. Zemini gören bir çok kişi bu sahada "golü atan kazanır" demişti. 85 dakika Llorente'nin yapamadığını Drogba tecrübe ve ustalığını birleştirdiği anda golü attırdı, işi bitirdi. Sneijder’ın vuruşu İtalyan tarzıyla İtalyanları yenme rehberinin son sayfası misaliydi. Ne de olsa Sneijder uzun süre hem İtalya Ligi’nin hem de Avrupa’da İtalyan futbolunun kralı olmuştu. 
Bu arada 21 yıl sonra G.Saray, İstanbul karından 18 Mart 1992’nin tarihsel intikamını da almış oldu. 18 Mart 1992’de Rotariu ile Taner, Werder Bremen ve ‘Kar’a golü atabilseler tarihe geçeceklerdi, Sneijder attı Galatasaray Juventus'u 1-0 yenerek tur atladı ve -6 averajla tur atlayan ilk takım olarak tarihe geçti! Italyanlara "mamma li turchi" (annecim Türkler) lafini yeniden hatirlatan Hollandalı Sneijder tarihe geçti!
Artık Aydın Yılmaz Şampiyonlar Liginde oynayacak ama Pirlo, Shaktar Karagandy deplasmanına falan gidecek düşünsene. 


7 Aralık 2013 Cumartesi

Beyaz Şeker

Kısa şortlarımızla sokakta bilye oynarken en çok onun yavaş adımlarıyla mahallemizden geçişini severdik. O, sokağın başındaki yeşil evin yanı başında belirir belirmez oyunu bırakıp etrafını sarardık. O anlardaki gülüşü hala aklımda. Açık sarı yeleğinin sarkmış ön cebinden şeffaf bir poşet çıkarıp, üç parmağının ucuyla, küçük beyaz şekerlerden dağıtırdı. Kimisine ikili gelir, hak geçmesin diye tekli gelenlere birer tane daha dağıtırdı. Kimi zaman yeleğinin tüyü de çıkardı o poşetten, görmezdi. Biz de görmezdik, kimse görmedi. Dünyanın en temiz en tatlı şekeriydi.

6 Aralık 2013 Cuma

Aşk-ı Memnu'nun 3. Tekrarını İzleyen Kız

Her yaz Haziran ayı ile birlikte Aşk-ı Mennu'nun tekrarlarını yayınlıyor Kanal D bilirsiniz, inşallah izlemiyorsunuz da en azından kanal zaplarken göz ucuyla denk gelmişliğiniz vardır. 
Yaşları 0 ila 60 arasında değişen bir çok kız malum kanalı açtıklarında "Oleyyy, Aşk-ı Memnu" sloganları atarak tüm öğleden sonralarını Behlül, Bihter ve Boynuzlu Adnan üçgeni içinde geçirmeye başladılar. Türkiye'de yayınlanan dizilerden hiçbirini takip etmesem de yetişkin bir insanın Aşk-ı Memnu'nun tekrarının yayınlandığını duymaması mümkün değil. Çünkü sosyal medya devamlı elimizin altında ve dizileri takip eden büyük bir kitle var. Anlam veremiyorum, nedir bu Aşk-ı Memnu'ya olan ilgi? Doktorlar dizisinden ne farkı var amına koyim. Ha Kutsi, ha Behlül ne farkeder diyorsun, (tabi diyemiyorsun). Farkın ne olduğunu anlamasam da Aşk-ı Memnu kitlesi diye bir şey var. Birleşseler, dizinin isminin baş harflerinden oluşmamak şartıyla (AMP tövbe estağfurullah) parti kursalar iktidar olurlar. Türk dizilerini takip etmeyerek ortalama bir Türk erkeğinden daha az meşe palamudu olduğum gerçeğini göz önünde bulundurarak, yazının sonlarına gelmeme rağmen hala Aşk-ı Memnu'ya olan ilgiyi anlayabilme kudretine erişemedim. Ben bir tek bölümünü bile izleyemezken, ey Türk kızı sen bu dizinin 3. tekrarını ilk defa izliyormuş gibi takip ediyorsan, tekrarı üzerinden bile dedikodu yapabiliyorsan sana da çok büyük saygım var. Ha bir de eksik araştırmadıysam eğer, dizi bu yaz 17.bölümden mi ne başlamış, Kanal D direkt olaya girmiş, onlar da işini biliyorlar vesselam.

5 Aralık 2013 Perşembe

Şıpsevdi

Çocukluğumuzun içerisinde yazılanlara yaşımız itibariyle bir anlam veremediğimiz sakızlarından biriydi. O zamanlarda favorim olan "göz yaşartıcı sakız" dan sonra en sevdiğim sakızdı Şıpsevdi. 
Zaten, sevmemek mümkün değildi; tadı pek güzel değildi ama bu pek de mühim değildi, nasıl olsa birkaç dakika içinde aromasının kaybolmasıyla saman çiğnemeye başlardık. 
Mevzu bahis, sakız kutusundan "fal niyetine" çektiğimiz Şıpsevdi'nin içinden çıkan o aforizma ve vecizelerden oluşan kağıtlardı.
 Küçüktük o zamanlar, hem komik, hem garip gelirdi bize; çünkü "Aşk birlikte maç izlemektir" de yazardı orda, "Aşk birbirine kızgın olduğunda bile öfkeyle hareket etmemektir" de. Her ne kadar birbiriyle tamamen alakasız örnekler olup o kafayla aralarında bir bağ kuramasak da almaktan vazgeçemezdik işte; saçma ama kaydedelim hafızaya, lazım olur belki sevgili yapınca diye düşünürdük. O yaşlarda aşkı tanımayan çocuklara, Şıpsevdi'nin içerisinde "Aşk, Flash TV'yi açıp karşılıklı halaya durmaktır" veya "Aşk, elektrik faturası dağıtan postacı gibi sevdiğinin peşinden koşmaktır" tarzında gerçekçi ve işe yarar mesajlar verilseydi aslında aşkın "Daha tamamlanmamış tüp geçitten geçerken parende atıp tinercilere selam durmak" kadar saçma bir şey olduğunu çok önceden anlardık...
Onlara göre büyüdüğümüzde, güya, o sakızın içinde resmedilen o kare bizim olacaktı, gerekirse kızlar saçını turuncuya boyatıverecekti tabii, ne olacaktı?
 Zeytinin yağını çıkartıp, sonra da o yağı tekrar zeytinin üzerine dökerek yiyen ve henüz yeterince saçmalayamamış bir nesil, bu sakızla büyüdük; sakızcılık sektörü bizim için elinden geleni ardına koymadı arkadaşlar. 
Aranızda hala ikili ilişkilerde sıkıntı yaşayanlar varsa; tamamen kendi problemidir bu kesin. Peki, aşkı o çocuksu aklımızla bizim için bu kadar sevimli hale getirdin, bir yandan da ölümsüzleştirdin, devamlı aynı çifti maceradan maceraya sürükledin, neden adını “Şıpsevdi” koydun?

 Bunun cevabını veren yok.

4 Aralık 2013 Çarşamba

İsveç 2.Liginden Bir Takımın İdeal 11'ini Sayabilen Kız

1991 yılında Fifa Bayanlar Dünya Kupası oynanmaya başladığından bu yana, tüm dünyada bayanların da futbola ilgisinin artması konusunda reklamlar, kampanyalar aldı başını gidiyor. Türkiye Futbol Federasyonu'nun radikal bir kararla, seyircisizi oynama cezası verilen takımların maçlarına sadece bayanların ve çocukların tribünlerde yerini almasına izin vermesi de bu konudaki uygulamalardan sadece bir tanesi.
Erkeklerde ise bu konuya bakış açısı biraz farklı. Büyük bir çoğunluk, futboldan anlayan, ofsaytın ne anlama geldiğini bilen, İsveç 2. Liginden bir takımın ideal 11'ini sayabilen kız modeli hayali kurarlar. Bilader hiç düşünmüyor musun, senin aradığın kriterlere sahip bir varlığın fiziksel olarak değil de ruhsal olarak hala kız olup olmadığını?
Bilimsel araştırmalara konu olabilecek tezler ileri sürenleri bile var bunların; en son oynanan Fenerbahçe- Beşiktaş maçında arkamızda oturan genç kızın erkek arkadaşına gayet ciddi ve soğukkanlılıkla sorduğu soruda görüleceği üzere;
- Aşkım yaa neden 6 forvetle çıkmıyolar kii?
+ Ohaaa ?!
İşte tüm bu futbola dahil olma çabalarının cezasını çekiyoruz şu an toplumca. Hayatını, yaşam tarzını erkeklerin arzularına göre şekillendiren bazı kızlar, maalesef futbolu kullanarak; erkeklere yavşama, hemcinsleri içerisinden sıyrılıp erkeklerin ilgisini çekme, kısacası marjinal görünme amacı ile, birden bire futbol manyağı kesildiler.
Feysbuk ve Twitter duvarlarına, ”Fenerbahçeliler bilmem kaç adım öndedir”,  ”Hayatım sarı kırmızı” benzeri şeyler yazmak gibi, saçma sapan hareketlerde bulunan, nerde yakışıklı futbolcu varsa isimlerini bir şekilde öğrenip resimlerini paylaşan, ofsaytın ne olduğunu bilmeyi büyük bir meziyet sanan, futboldan gerçekten anlama ihtimali, dünyaya puding olarak gelme ihtimalinden daha düşük olan bu kızların sayısı maalesef gün geçtikçe artıyor. Üstelik bu şekilde kendi takımını tutan erkeklerin ilgisini çektiklerini veya hemcinslerinden üstün olduklarını sanıyorlar ya, ne kadar itici olduklarının farkında bile değiller. 
Bunun sorumlusu da suçu hiç kimseye atmadan kabul edelim ki maalesef biz erkekleriz. Ülkemizde, futbol ile bayanları aynı sohbete gark etmenin böylesine saçma sonuçlar doğuracağını tahmin edemedik.
Kızlar, kızlarımız, biz bir hata ettik. Lütfen, uzak durun la futboldan. Anlamıyorsanız, rol yapmayın, kendiniz olun.

3 Aralık 2013 Salı

Nazilli taraftarı için Ankara, Nazilli fark etmez

1999/2000 sezonuydu, o zamanki adıyla "Yeni Nazillispor", aralarında ezeli rakibi Aydınspor'un da bulunduğu Türkiye 2.Ligi 2.Grupta mücadele ediyordu. Lig mücadelesinden ziyade o sezonun Nazilli'li taraftarlar açısından bambaşka bir önemi vardı. 
1999 yılının Ekim ayının 27'sinde, tam da 13. doğum günüme isabet eden günde Türkiye Kupası'nın ilk maçı için Nazilli Şehir Stadyumu'nun çimlerine Kuşadası Spor futbolcuları karşısında ayak basan futbolcular, tribünde biz taraftarlar, protokolde kulüp başkanı ve yöneticiler o gün başlayan Türkiye Kupası macerasında çeyrek final oynamak bir tarafa dursun, bir kaç tur geçebilmenin bile mucize olacağına inanıyorduk. 
O gün hakem Mehmet Polat'ın yönetimindeki karşılaşmaya hızlı başlayan takımımız, 16.dakikada defanstan çıkıp golü bulan Cengiz ve 41.dakikada yine bir defans olan Adana'lı Güven'in vuruşuyla 2-0 öne geçti. Maçın 2.yarısının başında Şükrü (nam-ı diğer Baba Şükrü)'nün yerine oyuna dahil olan, o zaman henüz 22 yaşındaki Onur Yeniyurt'un 76.dakikada bulduğu golle maçı 3-1 önde tamamlayarak Türkiye Kupası'nın ilk maçından galibiyetle ayrıldık.
2.tur kura çekimi sonunda bizim için hiç de kapalı kutu bir takım olmayan, ezeli rakibimiz, ebedi dostumuz Aydınspor karşımızdaydı. Atamızın 61. ölüm yıl dönümünde 10 Kasım 1999 tarihinde Nazilli Şehir Stadyumu'nda oynanan karşılaşmayı, açılışını ve kapanışını Murat Deymeci'nin yaptığı gollerle 5-2 kazanarak adımızı bir üst tura yazdırdık.
3.tur kura çekimleri yapıldığında TRT 1 ekranları karşısında biz taraftarlar, o gün kura çekiminde Ankara'da bizzat bulunan yöneticiler ve kura çekimini takip eden kulüp başkanı dahil tüm futbol kamuoyu "Yeni Nazillispor- Gençlerbirliği" eşleşmesine şahit olduklarında Türkiye Kupası macerasının buraya kadar olduğunu, Gençlerbirliği maçının futbolcular için vitrin maçı, taraftarlar için 1.lig takımlarından birinin futbolcularını görme fırsatı olduğunu düşündüler. O gün kendilerine hiç şans verilmediğini gören fakat inancını kaybetmeden 15 Aralık günü sahaya çıkacağını hayal eden 11 futbolcu vardı.
Kalede Murat, defansta İsmail, Süleyman, Güven, Bülent, orta sahada küçük Mustafa, büyük Mustafa, Hasan, forvette Mehmet, Onur ve taraftarın sevgilisi golcü Mustafa Ceviz. 
Rakip ise o zamanlar sahada en çok koşan, Türkiye 1.liginin en hırçın, en genç takımlarından Gençlerbirliği. Kadrosunda kimler yok ki...
Daha sonrasında Fenerbahçe'nin kaptanlığını yapan Ümit Özat, defansın ortasına kalbini koyan Tolga Doğantez, 98 Dünya Kupası'nda Güney Afrika adına oynayan Alfred Phiri ve Ngobe, tabi en önemlisi de sarı saçlarıyla "Gurbetçiyim" mesajını fazlasıyla veren ve top sakallarından asla vazgeçmeyen, şimdilerde Survivor sendromunu üzerinden atamayan ancak bilinen tabiriyle Türk futbolunun gelmiş geçmiş en iyi son vuruş ustalarından Ümit Karan.
Gençlerbirliği futbolcuları için adını bile duymadıkları futbolculardan oluşan Yeni Nazillispor karşısında turu geçememeleri veya kendilerini zora sokacak bir sonuca maçı gebe etmeleri düşünülemezdi bile maç öncesi.
Ancak bu oyunun adı futboldu. Yer Nazilli Şehir Stadyumu, maçın saat 12:30'da oynanması sebebiyle tribünlerde içlerinde bizim de müdahil bulunduğumuz okullarından kaçarak gelmiş yüzlerce ilköğretim ve lise öğrencisi, stadın giriş turnikelerinden ancak kendisinin geçebileceği genişlikteki kapılardan geçmeye çalışan büyüklerine "abi beni de al" diye yalvaran binlerce küçük çocuk, kimisi Ümit Karan'ı yakından görmeye, kimisi de takımının turu geçeceğine ihtimal vermese de tezahüratlarıyla Nazilli'sine destek olmaya gelmişti.
Maça son derece dirençli başlayan Yeni Nazillispor takımı kontrolü eline alıyor ve forvetleri ile henüz maçın ilk yarısından Gençlerbirliği defans oyuncularını çok zor durumlara sokuyor ve 25 dakikada 2 Gençlerbirliği stoperine sarı kartı aldırıyordu, golsüz tamamlanan ilk devrenin ardından futbolu Akhisar Gençlik Spor'da bırakan Avusturya doğumlu Mustafa Karakaya'nın 56.dakikada Gençlerbirliği filelerini havalandıran golü sonrasında, genç yaşlı, kadın erkek, protokolde başkan ve yöneticiler dahil o gün stadı dolduran, ayakta izleyen seyirciyle birlikte 5.500 Yeni Nazillispor taraftarı küçük çaplı bir depreme sebep oluyordu Nazilli'de.
Golden sonra savunmaya çekilen Yeni Nazillispor tüm direnişlerine rağmen 82.dakikada Ümit Özat'ın golüne engel olamıyor ve maç 1-1 sona ererek 15'er dakikadan toplam 30 dakika sürecek olan uzatma dakikalarına, sessiz devam eden uzatmaların ardından da penaltı atışlarına geçiliyordu. Maç öncesinde turu geçebilmesine yurt dışı bahis sitelerinde 1 e 18 verilen Yeni Nazillispor, bir mucizeyi gerçekleştirmeye sadece 11 metre uzaklıktaydı. Güven Karacasu, Mustafa Ceviz, Süleyman Dövez, İsmail Ergin'in gole çevirdiği 4 penaltı atışına, Gençlerbirliği'nde sadece Ümit Karan cevap verebildi ve bir yıl sonra 2000 Uefa Kupası finalinde Galatasaray'ın Arsenal'i sahanın çimlerine gömdüğü penaltı atışlarının provası Yeni Nazillispor tarafından Gençlerbirliği karşısında, hem de Nazilli Şehir Stadyumunda yapılmış oldu.
Tarihler 4 Aralık 2013'ü gösterecek, şimdiki adıyla Nazilli Belediyespor'un rakibi 14 yıl aradan sonra yine bir Aralık ayında, yine Türkiye Kupasında Gençlerbirliği, tek fark maçın oynanacağı stadyum, Nazilli taraftarı için Ankara, Nazilli fark etmez. Bizler inandık, neden olmasın?

2 Aralık 2013 Pazartesi

Sevmiyorsa Bitmiştir

Adem'in uzattığı elmayı Havva'nın yediği günden bu yana, “sevmek” denen kelime; yüzlerce, belki de binlerce anlamda, kimisi için umulmayan zamanlarda, genellikle de olur olmaz yerlerde kendine konuşlanacak bir yer bulmuş, bazen bir ihtiyaç, bazense bir gereksinim olarak, kimisi için ılık bir duş, kimisi için kaynar suyla başımızdan aşağı boşaltılan su misali "Tsunami" etkisi yaratarak hepimizin başından geçmiştir. İşte bu noktada "sevmek", insanoğlunu aciz, zayıf ve devamlı mutsuz kılma eylemine zorunlu olarak yelken açtırmıştır. Çıkmaza giren insanlar, bu görünmez noktaları birleştirmek için “beni neden sevmiyorsun?” sorusunu kalkan olarak kullanmış, bu sorunun cevabını duymaktan ziyade, kendini ya duymak istediği yepyeni bir yalana inandırmak istemiş ya da “seni hala seviyorum” masalına inanmak istemiştir. Bu durum, insanın hali hazırda içerisinde olduğu konumu mütemadiyen iki kat daha yerin dibine sokarak, ucu açık, tedavisi bir bilene danışılarak çare etmeyen yaralara sebep olmuştur.
Yalnızlığın gri dünyasında bir başına yetinebilen insanları ayrı tutarak, umut ettiği şeylerin, sihirli bir değnek değmişcesine değişime uğramasını bekleyen insanları işin içine katarak, değişmesini umut ettikleri dünyalarının bir an önce kendilerine dahil olmasını bekleyen insanlar bu durumun en bariz örnekleridir. İçinde bulunduğu dünyayı değiştirebilen insan ise, bu dünyada çıplak ayakla ateşte yürüyebilen, “beni neden sevmiyorsun?” sorusunu sözlüğünden çıkarıp “sevmiyorsa bitmiştir” cümlesini kullanıp, ipleri kendi eline almıştır bile. Mutluluk belki de en çok bu zamanlarda, bu adamların yanındadır. Kattiyen b"aşk"asının değil. 



Listeden Kaldıran Öğretmen

"Parmakları indirin listeden kaldırıyorum" diyen öğretmen, öğrencilerin öğrenim hayatı boyunca en çok korktuğu öğretmen tipi olmuştur. Bu öğretmenin dersinin olduğu gün, diğer dersler önemsizdir. O günün anlamı artık bu derstir. Hatta o gün, haftanın en sevilmeyen günüdür. Öğretmenin soru sormak için sınıftaki öğrencilerin isimlerinin yazılı olduğu yoklama listesine göz gezdirdiği dakikalar, en gergin, en heyecanlı anlardır. Sınıfın bir kaç ineğinin parmak kaldırması ile bir süre umutlanırsınız bu kişileri kaldıracak diye, ancak öğretmenin ”Parmakları indirin listeden kaldırıyorum” demesi tam bir ruhsal çöküş yaşatır. Ders kazasız belasız atlatılınca, büyük bir rahatlama gelir öğrenciye. Ta ki bu öğretmenin bir sonraki dersine kadar. Eğer haftanın bir değil de birkaç günü bu ders varsa veya bu uygulamayı yapan birden fazla öğretmen varsa, öğrenim yılı kabusa dönüşebilir. Öyle bir psikolojidir ki bu, alışmak diye birşey yoktur. Her seferinde aynı stres yaşanır. Benim dönemimde durum böyleydi, muhtemelen pek birşey değişmemiştir.

1 Aralık 2013 Pazar

2002 Dünya Kupası'nı İzleyebilen Nesil

Ne Kosta Rika ne de Çin, ne de sambacı Brezilya. Duysun sesimizi şimdi dünya, kulak versin yıldıza aya.
Evet arkadaşlar artık kendimize efsane diyebiliriz. Şimdiki sabi sübyanlar, o günleri hatırlamazlar. Onlar Türkiye’yi Dünya Kupasında hiç izlemedi. Aradan geçen 11 yılda gerçekleşen iki Dünya Kupasına da katılamadık malesef. Hatta 2014’e de katılamıyoruz. Yani bizim için en erken Dünya Kupası 2018. Yani iki kupa arası tamı tamına 16 yıl. Biz 2002 Dünya Kupasını izlediğimiz zamanlarda doğan bir çocuk, o zaman 16 yaşında olacak. Tabi 2018’e katılabilirsek. Kendimizi işte bu yüzden, efsane nesil olarak nitelendirebiliriz. Bir daha ne zaman böyle bir nesil geleceği meçhul. Üstelik tarihimizin en özel, en enteresan Dünya Kupasını izledik. Sabahın köründe oynanan maçlar yüzünden, okuldan kaçtık. Bazı insanlığıını kaybetmemiş öğretmenler, okuldaki televizyondan topluca izlememize izin verdi. Şimdi efsane oyuncu olarak Messi, Cristiano Ronaldo izlenirken, biz o zamanlar, Gerçek Ronaldo’yu, Rivaldo’yu, Bergkamp’ı, Bierhoff’u, Oliver Kahn’ı, Lizarazu’yu, Zidane’ı, Figo’yu, Batistuta’yı en verimli zamanlarında izledik. Hatta Ronaldinho’yu büyük bir yıldız olarak ilk kez dünya sahnesinde gören nesil de biziz. Hakan Şükür’ün 11. saniyede Güney Koreye attığı, Dünya Kupaları tarihinin en erken golünü, İlhan Mansız’ın, Roberto Carlos’u gökkuşağı hareketi ile geçişini gördük. Yine İlhan Mansız'ın Senegale'e attığı gol sonrasında altın gol ile maç kazanmanın nasıl bir duygu olduğunu gördük. Ümit Davala’nın, farklı görünüp hafızalarda yer edebilme telaşı ile yaptığı at yarrağına kelebek konmuş görüntüsü veren saçma sapan saç stilini izledik. Güney Kore ve Japonyadaki şehir ve stadyum isimlerini ezberledik. Türk milli takımının tarihindeki en büyük başarısına şahit olduk. Ve daha niceleri... Bir daha ne zaman katılırız bilmiyorum. Bu konuda da çok ümitli olduğum söylenemez. Katılsak da 2002’de ki kadar özel olmayacaktır ama herşeye rağmen bir gerçek var ki, biz artık efsane nesil olduk.

Türk Milletinin Nokia 6600 İle İmtihanı

2000'li yılların başlarında, cep telefonları, ilkokul çağındaki çocuklara kadar ulaşmıştı. İlk yıllarda, yılan oyununu oynayanlar, sonrasında renkli ekrana geçiş ile birlikte, türlü türlü bulmacalar, polifonik sesler ve temalarla hayatına renk kattı. Ardından, en büyük devrim gerçekleşti ve kameralı telefonlar girdi hayatımıza. Bunları satın almak kolay değildi. Fiyatlarının yüksek olmasından mütevellit, babalar çocuklarına kolay kolay alamazdı. İşte tam bu yıllarda, şimdilerin I- Phone’larından çok daha fazla rağbet gören, teknolojinin tepe noktası olarak görülen, Nokia 6600 çıktı. Bu telefona sahip olmak yetişkinlerde olmasa da, o zamanlar biz lise çağındaki öğrenciler için, gelinebilecek en yüksek mertebe idi. Öyle bir telefondu ki, çeşitli programlarla mp3 oynatmasını sağlayabiliyorduk, birbirinden güzel oyunlar yükleyebiliyorduk. Dilediğimizce kişiselleştiriyorduk. Kaliteli videolar çekebiliyorduk. En önemlisi de mobil pornolarla tanıştık. Telefon sahibinin yüklediği pornoyu, telefonun başına 7-8 kişi toplanma sureti ile izlediğimiz günler yaşadık. Ne mükemmel birşeydi elinin altında sürekli porno bulundurmak. Tabi bir de kafa kesen Çeçen askerlerinin videosu olmazsa olmazdı. Herhalde, bu teknolojiye ulaşmamız ile birlikte yaptığımız ilk işin telefonlara kafa kesme videosu ve porno yüklemek olmasının nedenleri de bir tez konusu olabilir. Neden film değil, klip değil de kafa kesme ve porno  Bu da ayrı bir mesele.

29 Kasım 2013 Cuma

Kim Lan Bu Pazarlamacı?

Dijital Pazarlamanın bokunu çıkarmak bu olsa gerek. Adam aynı anda her kanalda beliriyor amına koyim. Elindeki bi sike benzemeyen, dandik tableti, NASA’nın ürettiği teknoloji harikası diyerek tanıtıyor. Bir de sanki canlı yayındaymış gibi, bu gece inanılmaz bir kampanya yapacağım diye triplere giriyor. O an arayan ilk 500 kişiye indirimli olacakmış. Ulan hep aynı şeyi diyorsun zaten, mal herif. Adama bir kanalda denk geldiğimde, küfür edip, kanalı değiştiriyorum, o kanalda da çıkıyor aynı anda. Aynı palavraları anlatıyor. Yanına da gerizekalı bir sunucu oturmuş, her söylediğine ”inanılmaz gerçekten, müthiş birşey” gibi tepkiler veriyor. İşin enteresan yanı, bu adam hal ve hareketlerinden, sanki kendi söylediklerine inanıyormuş gibi görünüyor. Ya bu malı fena keklediler, ya da iyi rol yapıyor orasını henüz çözemedim. Reklama karşı değilim, mutlaka reklamlar pazarlamalar olacaktır da, bokunu da çıkarmayın amına koyim.

90'larda Çocuk Olmak

90'larda çocuk olmak demek hafta sonları Tsubasa izleyebilmek için erkenden uyanmak ve tv karşısında beklemek, akşama kadar tükenir diye daha kahvaltı yapmadan Meybuz almak için markete koşmak, gazoz kapağı biriktirmek ve arkadaşlar arasında "benimkiler hep Fruko" diye hava atmak, ABC'nin paketine el daldırıldığında ele gelen harflerle kelime oluşturmaya çalışmak, saklambaç oynarken arkadaşın şapkasını kafaya takıp saklanılan duvar arkasından ebeye görünmek adına kafayı hafifçe çıkartmak ve ebenin sizi başka biri sanmasının ardından "çanak çömlek patladı" diye bağırmak, dokuz aylık oynarken topun beşlikten geçmesi üzerine "off! gitti namus!" demek, voleybol oynarken servisleri topu havaya attıktan sonra manşetle karşı tarafa yollamak, her gün 'en hızlı kim koşacak' yarışması için antrenman yapmak, Mickey Mouse'lu ve Bugs Bunny'li kartpostalların koleksiyonlarını yapmak, leblebi tozunu pipetvari küçük şeylerle içine çekmek ve ardından kuvvetlice öksürmek, patlayan şeker ile kolanın bir arada tüketilmesi ile midenin patlayacağına inanmak, bayramlarda tanıdık evleri dolaşıp el öpmek, English With Me'lerle ingilizce öğrenmeye çalışmak, evrenin savaşçıları konusu açıldığında "düşünce benim! ateş sensin" diye kavga etmek, Süper Baba'nın başlamasına yakın bir vakitte dışarıda bulunuluyor ise "herkes evine. evi olmayan sıçan deliğine!" diye bağıra bağıra eve gitmek, arkadaşlar kapıda bekliyor diye ödevi baştan savma yapmak, son ders de bitince okul kapısı önünde macun satan amcaya koşup ilk macunu alan kişi olmak, Coşkun Sabah'ın anılar şarkısını her duyuşta tv kanalını değiştirmek, "hello yeni aşka hello!" isimli şarkıyı söyleyerek garip dans figürleri sergilemek, 900'lü numaraları arayıp sorulan sorulara telefon faturasını düşünmeden rahatça cevap verip her cevaptan sonra "bu soruya doğru bildiniz!" cevabını duyup "sallıyorum yine tutuyor!" diye düşünmek, "en büyük hediyeyi ben kazanıcam" umuduyla kırtasiyelerdeki saçmasapan niyetler için günlük tüm harçlığını bitirmek, keçe kalemleri ile yeni alınmış boyama kitabını baştan aşağı boyamak, ilk öpücük isimli diziyi her gün okuldan geldikten sonra izlemek, Melrose Place'deki aşkları her gün başka bir boyutta yorumlamak, iş eğitimi dersinde verilen ödevi zorla anneye yaptırmak, güzel mi çirkin mi oyununda en çirkin ya da en güzel olabilmek, tilki tilki saatin kaç oyunu için arkadaş toplamak, ebe tura bir iki üç lafını gün içinde yüzlerce kez tekrarlamak... Belki de büyümeye çalışmaktı aslında 90'larda çocuk olmak...

28 Kasım 2013 Perşembe

KPSS İle 5 Yılda Atanmış Öğretmene İlk Derste Kendinizi Tanıtma Çabası

O okula ve sınıfa ilk görev yeri olarak gelen ve ilk öğrencileri olarak sizin de aranızda bulunduğunuz sınıfta, boş geçmesi artık ekolojik sistemde doğanın kanunu olarak süregelmiş, yılın ve kariyerinin ilk dersini doldurma adına, 5 yıldır KPSS'ye çalışan, gecesini gündüzüne katan, 30 yaşında ancak ataması yapılan idealist öğretmen sınıftaki öğrencilerden tek tek kendilerini tanıtmasını ister. Bunun için miydi onca çaba? İsmini soy ismini söylersin ama isim ve soy isim kattiyen yeterli değildir onun için, yeni göreve başlamasından ziyade yıllarca atanamamanın bünyeye getirdiği psikopatlığı ile doğru orantılı olarak, anne-baba mesleği, okumak istediği üniversite bölümü, memleketi, hobileri gibi sorular da sorulabilir öğrencilere.
Çoğu öğrenci bu faslı hiç sevmez. Okulun ilk günü zaten öğrenci için gergin bir ortamda, üstelik sınıfta daha önce çoğunu hiç görmediği tipler varken, kısacası pek samimi bir ortam yok iken, bu şekilde kısa da olsa biyografisini özetlemek öğrencileri gerer. Tanıtma sırası kendisine yaklaşan öğrenci sizseniz, gerildikçe gerilirsiniz. Hele ki benimki gibi anlaşılması zor bir soyisme veya isme sahipseniz, öğretmen muhtemelen ilk seferde bu ismi anlamayaz ve tekrarlatır. İşkence öğrenci açısından ikiye katlanır. İsim anlaşılmasının zor olmasının yanı sıra bir de komik ise, öğrenci yerin yarılması için dua etmek durumunda kalacaktır.
Yeni nesil öğretmenlerden ricamdır ki, şu olaya bir son verin. İsimleri zaten zamanla öğrenirsiniz. İlk günden ne aceleniz var arkadaş.


27 Kasım 2013 Çarşamba

Otobüs İkramına Hayır Deme Karizması

Pamukkale otobüsünde ikrama hayır deme karizması diye bir şey var. Yolculuklar her zaman göründüğünden uzun ve sıkıcı gelir insana. 41-42 numaralardan mutlaka gelen ağlayan bebek sesi, yan koltuklarda iki tane şişman teyze, önde olmazsa olmaz koltuğu kucağıma kadar yatıran ve deodorantın icadından bihaber bankacı...
Sıkıcı yolculuğa renk katan o an genellikle ilk 15 dakikada gelir. Muavin, 90'larda elektrik faturası dağıtan postacı edasıyla son hazırlıklarını yapar ve en önden başlar ikramları dağıtmaya. Tüm yolcuların içini bir telaş kaplar, soğuk soğuk terleyenler, koltuklarını dik konuma getirenler, bir taraftan da yanındakine cool görünme, alışığız biz bunlara mesajı verme çabaları.  İçten içe; "kola mı içsem lan yoksa nescafe mi?", "Kek istesem doyar mıyım, 2 tane verse nolur amına koyim?" gibi sorular zihinlerde dolaşmaya başlar. Sıra sana gelmeden öncekilerin ne istediklerini dinlersin aslında. Kola içen 16 yaşından gün almış ergen muamelesi görür, şekersiz kahve alan enteldir. 
Yan koltuktaki az önce altın gününden çıkan ve midelerinde her tür kek ve kurabiyenin mesken edindiği teyzeler, telaşlarını çok belli ederler. Uzun uzun incelerler daha fazla ne yiyebiliriz diye. Başkasının yerine utanma olayı burada gerçekleşir. Onlar seçimlerini yaptıktan sonra sıra size gelir. Muavin, eğilir ve ne istediğinizi sorar. Ve işte büyük an gelmiştir. O vurucu cümleyi söylersiniz;
- Bir şey almayayım teşekkürler.
İşte artık otobüsün kralı sizsinizdir. Tüm otobüs keklere, krakerlere deli gibi saldırmışken, sizden duydukları bu cümle, bir kaç saniyelik şaşkınlığa neden olur. Herkes yiyeceklerini kıtlıktan çıkmışcasına çatır çatır götürürken, siz alnınız dik, karizmatik bir şekilde önünüze bakarsınız ve yolculuğa devam edersiniz, kafanızda, "alsamıydım acaba amına koyim" sorusu ile.


26 Kasım 2013 Salı

Defter Kaplayan Gençlik

Okul hayatına ilk başladığım anaokulu ile birlikte, hatta orta okul yılları dahil, defter kaplama diye akıl almaz bir saçmalık vardı. 3 aylık yaz tatilinin ardından okula başlamak yetmezmiş gibi, üzerine bir de bu saçmalık okul yıllarının insanı en çok geren dönemiydi. Okulların açılmasını izleyen ilk 2 günde hangi öğretmenin hangi defteri istediğinin belli olmasının ardından, gerilim başlardı. Defterler alınır, yetmezmiş gibi defter kaplama kağıtları, etiketler, bantlar da alınır. Kaplık kağıtlarının renklerini bile belirleyip dayatan takıntı sahibi sözüm ona öğretmenler yüzünden kırtasiye kırtasiye gezip düz lacivert kaplık kağıdı aramaya kadar varırdı bazen bu durum. Tüm malzemeler tedarik edildiyse, o akşam evin oturma odasında olağanüstü hal ilan edilip derhal kitap kaplama sanatını icra etmeye başlardık. İlk yıllarda evvela evin bir bilenine ağlamaklı gözlerle yardım dilercesine bakışlar atılırdı, sizden büyük bir ağabeyiniz, ablanız da yoksa malum bu işi anne-baba üstlenirdi, ortamdan sıyrılıp televizyondaki Süheyl- Behzat kardeşleri izlemek, hatta o akşam erkenden yatağa girip uyumayı bile göze alırsın ama ne mümkün, mutlaka o defterin kaplanmasını izlemek zorundasındır. 
O zamanlarda öğretmenler de defterlerin eskimemesi için kaplanıyor diye saçma bir sebep öne sürerdi. Mantık dışı, çünkü o siktiğimin kaplama kağıtları çok dayanıksız olurlardı. Daha ilk dönem bitmeden kaplama açılırdı, aşınırdı, yırtılırdı, defter veresiye defterine dönerdi. Diğer defterlerin arasından çekerken, çantadan çıkarırken falan o kaplama kağıdının amına konurdu. Öğrendim ki şimdiki çocuklara defter kaplatılmıyormuş, defter kapladığımız yılların kara bir leke olarak geçmişimizde yer ettiğini düşünürsek, bugünlere iyi gelmişiz.


K'nex

Bizim dönemimizin çocukluğunun 8-12 yaşları arasında, daha eski dönemlerin hatırlayabileceği tabirle "90'lar" da Lego çılgınlığının tavan yaptığı yıllar vardı.
"K'nex" ise Lego'nun aksine daha çok çubuklardan oluşan ve yaptığınız nesnelerin bi sike benzemediği (aslında düşününce tek benzediği şeyin o olduğu) oyun çubuklarıydı. Televizyondaki reklamlarında "Roller Coaster" kurulur, cümle alem bütün 90'lar çocuklarının ağzının suyunu akıtırlardı.
Lego halkın, K’nex ise burjuva kesiminin oyuncağı gibiydi. Ben hep legocu oldum ama hep özendim K’nex sahiplerine. Garip şekillerde çubuklar vardı, nasıl oynanıyor neler yapılabiliyor diye hep merak ederdim. Mahallede bir kaç arkadaşımda görmüştüm ama hep kırmışlardı parçalarını, ya da diş izleri vardı üstlerinde. Oyuncak alıp hakkını veremeyenleri hep dövesim gelirdi. Şimdilerde o kadar çok bilgisayar oyunu çıktı ki, Crysisler, Assassin's Creedler havada uçuyor ama o "K'nex" alamadığımız günler, Lego ile oynadığımız çocukluk günlerinin tadı hiçbirinde yok.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Çocukluk...

Mahalle maçlarında topu atan alırdı. Bizden 1-2 yaş büyüklerimize abi diyecek kadar saygılıydık. Su küçüğün söz büyüğündü her zaman.. Küfür etmeyi bile bilmezdik çoğu zaman.. Kızarma gibi özelliğimiz vardı. Utanma duygusu ile büyüdük biz.. Top oynarken forvette "Hagi" defansta "Bülent Korkmaz" dık.. Kaleye geçince "Taffarel" oluverirdik bi anda. 
Sevgilimiz yoktu ama sevenlerimiz vardı. Bunu da belli eden bir hareket yaptı mı "oooo anlayalım" lafı çıkardı koro gibi herkesin ağzından aynı anda. Erkeklerle kızlar toplandığında yakar top oynardı mesela. Yine de centilmen adamdık biz yakmazdık bile bile kızları.. Amacımız kötü olmadı hiç bir zaman.. 
Karnımız acıkırdı öğle vakti güneşin altında "anneeee salça ekmek yap " derdik.. Sepetle gelirdi ekmeğimiz. Bakkaldan kola alırdık bazen, veresiye defterine yazdırırdık "babamın haberi var abi" nidalarıyla.. Dudağımız patlardı, kimse dayak mı yedin demezdi o zamanlar.. Çünkü kimse kimseye zarar vermezdi. Ya düşmüşüzdür ya da top gelmiştir.. Her hafta dizimizde yara olurdu, kabuk tutardı. Soyması da bir zevk, kaşıması da bir zevkti..
Tasolarımız vardı, bazıları erken kalkar inerdi sokağa biz o "çıt, çıt" sesiyle uyanırdık.. Bir kaybettik mi, oturur ağlardık kimi zaman gitti "misty tasom"diye.. Zor çıkardı çünkü cipslerden. Bazılarına çıkmazdı aslında. BMX bisiklete biner hava atardık arkadaşlara. Dünya kupası maçları esnasında sokağa çıkma yasağı getirirdik kendimize..
En kötü hareketimiz, bisiklete pompa eşliğinde havalı korna yapmaktı belkide. Gürültü yapardık, arka lastiğe sıkıştırırdık pet şişeyi motosiklet havası katardık. Yeni dökülmüş asfaltın üstünde çıplak ayak koşmanın zevkini yaşadık biz. Sonunda zenci ayağımız olsa da.. Bizim için en büyük mutluluk, Bugs Bunny bitti zannederken arkasına yeni bir bölümün başlayacağına işaret o aslanın kükreme sesiydi belkide.. Oturur izlerdik. Biz iyiydik, güzeldik.. Noldu bize diye sormak bile, tüm bunları yaşayanlarda bi kaç göz yaşına sebep olur belki.. Çünkü içimiz de hala o çocukluğumuz ve anılarımız var.. 

23 Kasım 2013 Cumartesi

Talihsiz Açıklama

Başımıza yeni türedi; "Talihsiz Açıklama"
Bu öyle bişey ki, cevap verilemeyen her iddia veya düşünce karşısında imdada yetişiyor. Özellikle takım elbiseli politikacıların ve sözüm ona yöneticilerinin, vazgeçilmez söylemi haline geldi.
Bir adam çıkıyor, birşeyler anlatıyor bir konuda fikir beyan ediyor. Buna tepki gösteren, yaşlı, uyuz bir adam, kamera karşısına geçip, sakin bir şekilde, ”talihsiz bir açıklama olarak görüyorum” diyor. Hadi canım?
Talihsizlik kelimesi zaten başlı başına absürd kaçıyor bu konularda. Açıklamanın talihsizi mi olur amına koyim. ”Yanlış bir düşünce” de, ”katılmıyorum” de, ”olmaması gereken söylemler” de ”söyleyeceğin lafa sokayım” de, ama talihsiz açıklama ne lan?

22 Kasım 2013 Cuma

Kalkma Oğlum, Kalkma !

Her zamanki gibi bir iş çıkışıydı, neredeyse akşam olmuştu. Ellerim cebimde tren garına doğru yürüdüm. Evime dönecektim yine. Trene bindiğimde 13-14 yaşlarında, bir elinde çanta, diğerinde beyaz resim klasörü olan bir öğrencinin oturduğu koltuğa göz diken orta yaşlı ketum kadını fark ettim. Çocuk o büyük çantalarla koca bir çekirdek kabuğunu taşıyan karınca gibi gözükürken, kadın ise çiftleşme mevsimi gelen ve dişisini kuytu bir köşede kestiren "koala"yı andırıyordu. Kadın konuşmuyordu; fakat sürekli çocukla göz göze geliyor, her hareketiyle o yeri istediğini belli ediyordu. Çocuk ise kadınla her göz göze gelişinde ne yapacağını bilemiyor, kalkıp kalkmamak arasında gidip geliyordu. Belgesel seyreden aile babasının leopardan kaçan ceylan için "hadi kaç be güzelim, hadi" diye hayıflanması gibi ben de içimden çocuk için "kalkma oğlum, kalkma" diyordum. Fakat ekolojik sistemin gereği midir nedir, zayıf çocuk sonunda bu psikolojik harbi kaybetti ve yerini kadına verdi.
Muhtemelen bir arkadaşının evinde patates salatası ve kısırla beraber 10 bardak çay vurup, "Esra Erol" izleyen bu kadın, tüm acımasızlığıyla o yeri hak edenin kendisi olduğunu düşünerek koltuğa oturdu. "Sağol evladım, ay valla nasıl yorulmuşum" diye orada oturmanın kendi hakkı olduğunu belirterek vicdanını rahatlatmayı da ihmal etmedi. Üstelik çocuk, muhtemelen tüm gününü okulda veya dershanede tuhaf dersleri anlamak için kafa patlatarak geçirmişti. Kadın oturduğu yerde, neresinden çıkardığını anlayamadığım peçeteye "Horrrşş" diye burnundaki fazlalığı  silerken, o sırada çocuk beyaz klasörünü bacaklarının arasına kıstırıp, o dev çantayı sırtına takmakla uğraşıyordu.
İçimden bunun görgüsüzlük değil, kötülük olduğunu düşündüm. Hatta bu da kötülük değilse hiçbir şey kötülük olamazdı. Insanlar sürekli bencilce hareket edip, sürekli haklarının yendiğini düşünebiliyorlardı. Bazı insanlar vardır "dünyanın yandığını görmek isteyen", fakat bazı insanlar vardır ki "iyi biri gibi görünüp dünyanın daha kötü bir yer haline gelmesi için uğraşan". İşte bu insanlardan nefret ediyorum, dışarıya yeşil kısmını gösterip tüm varlığını toprağın altında depolayan havuç tarlasını andırıyorlar. Tıpkı o nalet kadın gibi.

21 Kasım 2013 Perşembe

Beden Eğitimi

İlk okulda hiç hatırmalıyorum ama orta okul ve lisede ”beden eğitimi” adı verilen ders zamanlarında, sebebini anlayamadığım şekilde, ne üdüğü belirsiz askeri yürüyüşler öğretilirdi. Her ders aynı şey vardı. Sağ, sol, sağ sol…kıt’a dur 1'ki Arkadaş, askerlikle bozmuşuz kafayı. Sağdan saymaya başlardık bir de. Hoca nasılsınız diyince, sağol derdik. Komutan mısın lan sen? Emekli Albay mısın? Ne yapıyoruz biz? Neyin kafası bu?  Sonra kültür-fizik hareketleri yapardık, sanırsınız ki Londro Olimpiyatlarına hazırlanıyoruz Ne Olimpiyatı amına koyim, dersin geri kalanında hoca serbest bırakır, salak salak takılırdık.
Beden dersinin sınavlarında da haliyle, aynı zırvalıklardan puan alırdık. Yürürdük, sağa dönerdik sola dönerdik. Kıt'a dururduk. (Hayatımızın geri kalanında ne sike yaradıysa kıt'a durmak). Üstelik hata yapanlara da "Sen askerde çok dayak yersin" diye fırça da atardı hoca. Yaşımız 13-14 ha yanlış olmasın.
Nerde kaldı gençlere spor sevgisini aşılamak? Hangi spor dallarını öğrendiniz okul hayatınız boyunca? Formaliteden ders geçiştirmek dışında beden eğitimi öğretmenleri hiç bir boka yaramadı. Şimdi düşünüyorum da öğretilecek o kadar çok şey varken, biz neden darbe zamanından kalma, bize bir bok kazandırmayacak saçmalıkları yaptık?
Şimdiki eğitim sisteminde bu dersin yeri nedir bilemiyorum, Aslında Beden Eğitimi dersi hala var mı onu da bilmiyorum. İnşallah şimdiki öğrenciler aynı gerizekalılıklara maruz kalmıyordur. Umarım birisi çıkıp da ”Napıyoruz biz amına koyim” demiştir.

20 Kasım 2013 Çarşamba

Sanki Bana Roberto Carlos

7 yaşımdaydım, Bozdoğan Fatih İlköğretim okulunun o zaman için 2 tane "Nou Camp"ı yan yana tepeleme sığdırabileceğiniz büyüklükteki bahçesinde pet şişe ile maç yapıyorduk, futbol topu lüks o zamanlar. Kadrolar açıklandı, her sınıfta en az 1 tane muhakkak bulunan o çok uzun ve çok iri kıyım çocuk malesef karşı takımdaydı. İkili mücadele bile olmayan bir pozisyonda bu denyo kendi kendine plastik şişenin üstüne basıp kaydı, sonra şişeyi eliyle önüne koydu ve "Faul" dedi. Bi de baktım bizim takımdaki denyolar durumu kabullenip bunun önünde baraj kuruyorlar. Önce içimden "Lan acaba bu izbandutla kavga çıkmasını göze alamadıkları için mi ses çıkarmıyorlar" diye geçirdim ama baktım ki yok amına koduğumun salakları sahiden de faul zannediyorlar bunu. Sikerim deyip "Ne faulü lan? Topa basıp kaydın, bizim takımdan birisi düşürmedi ki seni" diye itiraz ettim. Yemin ederim ki o gün maç yapan kim varsa bana sanki İcra ve İflas Kanunundan 340.maddeyi anlatıyormuşum gibi boş bir surat ifadesiyle baktı. Faulün ne olduğunu bilmiyor ama gelmiş maç yapıyorlardı kafasına sıçtıklarım. Bu sırada maç yapan denyolardan birini annesi çağırdı, arkadaşlarından biri de ona "süt müsün oğlum,gitme lan" diye akıl veriyordu.  Bir de pet şişe artık pestil haline gelmiş olmasına rağmen, futbolu televizyondan öğrenen bu denyolar elleriyle kasıklarını tutuyorlardı baraj kurarken. Sanki bana topun başında Roberto Carlos vardı. Neyse, kıçımı yırttım o gün orada, faulün ne olduğunu izah etmeye çalıştım, kimse anlamadı. Nihayetinde o serbest vuruş kullanıldı.

Allahsız Osman !



Hayatımda hep ne olduğunu tam kestiremediğim can alıcı bir şeyler eksik oldu. Çocukluğumda futbolcu kartlarının içinden yapıştırmalar çıkardı, o futbolcu çıkartmalarını posterdeki listede tamamlayabilirsen sana hediye verirlerdi. Fakat o listeyi asla tamamlayamazdın, zira bir futbolcunun çıkartmasını üretmezlerdi kimse hediye almasın diye. Mesela Trabzonspor'lu Osman Özköylü'nün yapıştırması aslaçıkmazdı bizim mahallede, yani kimseye çıkmadı benim gördüğüm. Tolunay, İskender, Şota'nın çıkartmaları en çok çıkanlardı, artık Tolunay'ın tipine bile sinir oluyordum; fakat Osman hiç çıkmadı. He işte, hayatım da biraz o futbolcu listesi gibiydi. Bir parça sürekli eksikti, Osman eksikti, asla da tamamlanamıyordu. Allahsız Osman...
Karım benim en sonunda bulabildiğim Osman'ım oldu. Hayatımda eksik olan parçaydı karım. Sabahları yataktan kalkmak için sebebi olmayan bir insanın uyanma sebebiydi. Ayağa kalkıp işe gidebilmek için motivasyondu karım. "Bir Kelime Bir İşlem"deki joker harfiydi karım. "Kim Milyoner Olmak İster"de telefon jokeri olarak aranan ve sorulan soruyu 10 saniyede bilen işe yarar arkadaştı karım. İlkokulda yapmadığın ödevini bir akşam önce senin yerine yapıp habersizce çantana koyan kardeşti karım. "Osmo"daki siyah beyaz köyden renkli köye geçebilmeni sağlayan anahtardı karım. "Mortal Kombat" ta çok değişik bir fatality hareketini ilk defa yapabilme heyecanıydı. "Mario"daki kestirme yola giden yeşil boruydu. Çalışmadığın sınavın ertelenme haberiydi. Bayramda en çok para veren akrabaydı. Topluluk içinde yaptığın kötü espriye gülen tek insandı. Ilhan Mansız'ın Senegal'e attığı goldü. Ağaçta kalan topu tırmanarak indiren cengaver arkadaştı. Bozuk demir paralardan dolmuş parası çıkarabilme sevinciydi. Hayatı güzelleştiren şey karım. Hatta hayatımdaki tek olumlu şey.


Hoşgeldin Misafir Çocuğu

Hoşgeldin misafir çocuğu. Geçen yine senin yaşlarda bi çocuk bilgisayarıma oturmuş, silahlı kuvvetler için geliştirmekte olduğum bir virüs var, sen kalk o virüslü dosyaya ulaş, dosyayı aç, sonra da oyun zannedip oyuna dal... Başta anlamadık, akşam evine gidince kusmaya başlamış, sonra bi baş dönmesi derken çocuğu hastaneye kaldırmışlar. Hastanede tüm müdahalelere rağmen çocuğun çükünü kurtaramadılar. Düşmüş malesef. Bu virüs çok tehlikeli. Türkiye'de savaş çıkarsa kullanılacak. İnsanlara bulaşıyo, çükü olanın çükünü düşürüyo, olmayanda çük çıkarıyo. Bilgisayarımı oynarken dikkatli ol misafir çocuğu, nolur.

2045'ten Mektup


Adım Çağrı Mamus, Allah izin verirse 59 yaşındayım, iki çocuğum var. Küçükken beni de annem ve teyzelerim "Çok kızların canını yakacak bu, çoook." diye severdi ama sonra ilk görüşte aşık olup 2 ay içerisinde sevdiği kadınla "hadi evlenelim" diyip evlenen, arsa, ev, araba taksidine giren, fatura ve düzenli Digitürk üyeliği ödeyen, aşağı yukarı on senelik emeklilik hayatında rahat edebilmek için hayatı boyunca çalışan, yediği azarları, "Amir" kaprislerini sineye çeken, gazetelerin sadece spor sayfasını okuyan ama başka bir konu hakkında oturup iki satır yazı okumayan, kulaktan dolma bilgilerle fikir sahibi olan ve o fikirleri körü körüne savunan ortalama bir dalyarağa dönüştüm.
Neyse, dün eski fotoğrafları karıştırıyordum. Çocukken çizdiğim resimleri, biriktirdiğim futbolcu çıkartmalarını, gazoz kapaklarını buldum. Daha da kurcaladım, dibinden eski gazeteler çıktı, tarihi şu an sizin yaşadığınız yıllara aitti. Oturdum, tek tek gazetelerinizi okudum. Hani kurbağanın suyunu yavaş yavaş kaynatırsan suyun ısındığını fark edemeden geberir gider ya, biz de yavaş yavaş ve zaman içinde kelimelerin anlamlarını değiştirdiklerini fark edememişiz. Sizin gazetelerinizi okuyunca fark ettim bunu. Sonra bu mektubu yazmaya karar verdim, mektubu bir şişeye sokup denize fırlatmadım, belki bir mucize gerçekleşir de sizin elinize geçer diye.
Oğlum iki yıldır iş arıyor. Başvurduğu her işte, ondan öyle bir şey isteniyor ki, sırf onu bulamadığı için iki yıldır reddediliyor. İstedikleri o şeyin, söyledikleri şey olmadığını biliyorum, ama eskiden buna ne denildiğini hatırlamıyorum. Başvurduğu her işte kendisine zengin veya sözü geçen bir tanıdığının olup olmadığı soruluyor, o da kimsenin ismini veremiyor. İşte bunun adına "referans" deniyor. Biz eskiden ne diyorduk bu kelimeye?
Yan apartmanımızda bir kadın oturuyor. Her cumartesi akşamı bir başka lüks arabayla eve bırakılır, kendisini eve bırakan herifi muhakkak yukarı davet eder. Internet'teki arkadaşlık sitesinde 5000 küsür arkadaşı var sanırsın muhtar, gel gelelim arkadaşları ona "sosyal" diyor.
Bugünlerde bir futbolcu, ezeli rakibi olan takıma daha fazla para için transfer olabilir. Bir siyasetçi bugüne kadar savunduğu fikirlerin 180 derece tersini savunan bir başka partiye geçebilir. Bir gazeteci, bir anda bugüne kadar yazdıklarının tam tersini anlatmaya başlayabilir. İşte biz bunların hepsine "profesyonellik" diyoruz.
Vatan toprağını ve devlet şirketlerini ucuza satan, takım elbiseli bir takım kişilerle gizli anlaşmalar yapan liderlerimiz var. Bunun adına "uluslararası ilişkiler" veya "diplomasi" diyoruz. Takım elbise giyenler ise "terörist" olamazlar burada.
Geçen gün eski iş arkadaşım ailesiyle beraber bize misafirliğe geldi, sekiz yaşında tipini siktimin bir çocukları vardı. Çocuk sürekli annesinin yanına gelip X-Box denilen elektronik aletiyle oyun oynamak istediğini söylüyordu. Annesi ilk başta vermek istemedi, bu aralar çok oynuyormuş ve bu onun için zararlıymış. Çocuk aleti alamayınca götüne köz basılmış at yavrusu gibi tepinmeye başladı evin içinde. Bizim çekmeceleri açıp içindekileri boşalttı, karımın makyaj malzemeleriyle yerleri boyadı, bağıra bağıra ağladı. Annesi onun için "hiperaktif" diyor.
İki aylık bir kurstan sertifika alıp "uzman" olan insanların yazdığı kitaplar yok satıyor burada. Bu insanların bazılarına "yaşam koçu", bazılarına "astrolog", bazılarına "ünlü metafizikçi" diyoruz.
Elinde sikindirik Ufo fotoğraflarıyla dolaşan bir adam var mesela, ona da "ufolog" diyoruz. Böyle ünvan sahibi olunca daha ciddi bir etiketi oluyor.
Burada televizyona birtakım adamlar çıkıyor sık sık, bu adamlara bilir kişi gözüyle bakıyoruz toplum olarak. Onları bilir kişi yapan tek vasıfları ise o televizyona çıkabilecek referansa sahip olmaları. Referans dedim ama, o kelimeyi kullanırken başka bir şey kastediyorum aslında, dedim ya hatırlayamıyorum amına koyim. Neyse işte bu referans sahibi dallamalar bazen insanlara kötüyü iyi, iyiyi de kötü diye yedirmeye çalışıyorlar. Yaptıkları konuşma için ise haberin alt başlığında "ezber bozan" yazıyor. Ezber bozan, yani "aç ağzını aç kamyon geliyor amk".
"Paylaşım" artık bir internet sayfasına fotoğraf veya komik video yüklemenin adı oldu.
Hayatında oturup iki kelime laf konuşmadığın insan için "arkadaşım" diyebiliyorsun artık.
Yapmadığımız şeyleri yapmışız gibi gösteren, "modernlik" ayağına bizi bir arada tutan değerleri terk etmemizi öğütleyen insanlara "aydın" diyoruz.
"Din" dedin mi şöyle bir süre konuşmadan duruyoruz. Hani pek samimi olmadığın bir insanla konuşurken bazen ağzından ağır bir küfür kaçar, sen utanırsın, karşındaki sana "Densiz herif, bu laf söylenir mi şimdi?" dercesine bakar, bir beş saniye boyunca şokla karışık sessizlik anı olur ya, işte "din" denilince de öyle bir hava esiyor burada. "Biraz zaman geçsin de, konuşmaya devam ederiz" diye düşünüp susuyoruz.
"Ümük" diye bir şey vardır hani, bu ümük bir tek sıkmaya yarar, ne olduğunu bilmezsin. İşte "faşizm" de ümük gibi bir şey oldu, bu faşizm bir tek kahrolmaya yarıyor ve kimse bunun ne bok olduğunu bilmiyor. Sadece kötü bir şey olduğunu biliyoruz.
Bizim artık birbirimizi değil, sadece kendimizi düşünmemiz gerekiyor, zira modern dünya bunu gerektiriyor. Duygusallık yapıp başkalarını seven salaklara da "vatansever" veya "milliyetçi" diyoruz. Bu kelimelerin iyi anlamlara geldiği zamanları az çok hatırlıyorum, ama artık bunlar da kahrolması gereken şeyler kategorisinde bizim için.
İnsan, kelimeler olmadan düşünemez. Bir insanın düşüncelerini değiştirmek için doğrudan düşüncelerini değiştirmeye çalışmazsın, zira buna karşı tepki koyar. Fizik yasalarına göre her etki, kendisine eşit kuvvette ve ters yönde bir tepki yaratır. Bu nedenle bir insanın düşüncelerini değiştirmek için, bildiği kelimelerin anlamlarını değiştirirsin. İşte buna tepki göstermezler, zira şekle tapan salak insan, görünüş aynı olduğu için değişikliği fark etmez. Fark etmeden bir zamanlar sevdiği şeylerden, artık nefret etmeye başlar. Bir zaman nefret ettiklerini, artık sevip bağrına basmaya başlar. O ise hâlâ sevip nefret ettiklerinin aynı olduğunu zanneder.
Adım Çağrı Mamus, 54 yaşındayım. Modern, aydın, diplomatik, profesyonel denen insanların hastası, dindar veya vatansever denen insanların düşmanıyım.
Çok pişmanım.


Neyi değiştirebilirsin?

Bir öğretmen vardır, girer sınıfa, bütün öğrencilerin zaten elinde olan matematik kitabından 2 soru yazar tahtaya, çözün der, 10 dakika gazetesini okur Sonra tahtaya 2 öğrenci kaldırıp onlara çözdürür soruları, “nöbetçi tahtayı silsin” der, o arada bir 10 dakika daha okur gazetesini, sonra sıkılır, ayağa kalkıp gezer, arka sıradaki erkeklerle maç muhabbeti yapar, tahtaya 2 soru daha yazdırır ve zil çalar, “bu da ödeviniz olsun” der. Bir de aptal öğretmen modeli vardır, evet bu öğretmen insanların gözünde aptaldır, zira okula farklı materyallerle gelir, farklı kaynaklardan sorular çözer ve mecbur olmamasına rağmen daha çok efor sar eder. Geometride koniyi anlatıyorsa üşenmez bir yerlerden koni şeklinde bir cisim bulur veya evde kartonla kendisi hazırlar da öyle gelir sınıfa, sırf öğrencileri daha iyi anlasın diye.Bu öğretmen, sınıfa gazete okuyan öğretmenle aynı maaşı alır, ikisi de kağıt üzerinde işlerini yapmış gözükürler.Fakat kendinizi ve Tanrı’yı kandıramazsınız. Aptal olan öğretmen dünyanın tüm çocuklarına koninin özelliklerini, alan ve cisim hesaplarını, ıvır zıvırını öğretemedi. Tüm çocukları geçtim, kendi sınıfındaki çocukların hepsine bile öğretememiş olabilir bunları, fakat en azından çabaladı. O aptal onu yapmak zorundaydı, çünkü öyle biriydi. Düşünmedi sonuçları neler olur diye. Ben 8 yaşındayken cebimdeki tek demir parayla sokağa çıkmışken gördüğüm yavru kediye nasıl süt aldıysam, sonra da o sütü koyacak bir kap bulamadığımdan bir çukura döküp nasıl kedinin içmesini sağladıysam ve bu sırada sütün yarısını da nasıl ziyan ettiysem, o öğretmen de benimle aynı sebeplerden ötürü yaptı bunu ve benimle aynı duruma düştü. Ne ben dünyanın tüm kedilerini doyurabildim ne de o dünyanın tüm öğrencilerine geometri öğretebildi. Benim doyurmaya çalıştığım kedi 3 saat sonra yine acıkacaktı ve sınıfın arka sıralarında oturan, gömleğinin içine renkli t-shirt giyerek kendisinin farklı biri olduğunu ispatlamaya çalışan sivilceli çocuk da 2 gün sonra unutacaktı öğrendiklerini. Bazı şeyleri yaparsın, çünkü sen osundur, sonuçlarının ne olacağı da çok önemli değildir. Yapman gerekir, zira “en azından” ile başlayan bir özrün olacaktır o gün. "En azından çabaladım" diyebilirsin o gün.Ben “en azından çabaladım” diyebilmek istiyorum. Zira insanların böylesine duvar olmalarının benim mazeretim olmayacağını çok iyi biliyorum.